Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BU HAFTA NE OKUSAK?

        Prensesin aşkını kazanabilmek için ejderhayla dövüşmeyi göze alan şövalyenin masalına inanıyorsanız, Jean-Luc Godard’ın “Le Mepris” filminde Michel Piccoli’yi terk eden Brigitte Bardot’yu acımasız bulabilirsiniz: “Seni artık sevmiyorum ve sanırım bir daha sevemeyeceğim. Canın istiyorsa kal yeter ki güneşimi engelleme...” Piccoli’nin “Neden?” diye sorması elbette anlaşılır ama faydasız da. Bardot da zaten acımıyor, darbeyi indiriyor: “Nasıl olduğunu ben bilmeyeceğim, sen bileceksin... Tek bildiğim erkek gibi davranmadığın, bir erkek gibi olmadığın...” Jean-Luc Godard’ın her filmi çok konuşuldu, tartışıldı ama bizde 1963 tarihli “Le Mepris” herhalde en kafa karıştıranlardandı.

        Üstelik geçen yılın sonunda yeniden gösterime girdi ve aşk denince romantik komedi anlayan genç seyirciler tarafından coşkuyla keşfedildi. Deneysel ve fazlaca melankolikti ama hâlâ taze şeyler söylüyor ve günümüzün her ufacık sarsıntıda çatırdamaya hazır kadın-erkek ilişkilerine 50 küsur yıl öncesinden nefis bir ayna tutuyordu. Sadede geleyim; Jean-Luc Godard, “Le Mepris”i Alberto Moravia’nın 1954 tarihli romanından uyarlamıştı. Destek Yayınları’nın “Küçümseme” adıyla bastığı romanda Moravia’nın kahramanı, entelektüel hırsları olan ama güzel karısı Emilia’yı kirada oturmaktan kurtarıp ona rahat edebileceği bir ev alabilmek, yani para kazanmak için bu işten nefret etmesine rağmen popüler filmlere senaryolar yazan Molteni’dir. Emilia ise toz almaktan ve o gün ne giyeceğine karar vermekten başka işi olmayan bir ev kadınıdır. (Ama işte, belki ne modern entelektüelleri çok büyütmeliyiz gözümüzde ne de sıradan görünümlü ev kadınlarını hafife almalıyız.) Romanı biraz anlatayım...

        Molteni’ye, antik Yunan şairi Homeros’un “Odysseia” destanını 20. yüzyılda geçen parıltılı bir filme dönüştürmesi teklif edilmiştir. Fakat karısının onu eskisi kadar sevmediğini düşünüp şüpheler içinde kıvrandığından, aklını bir türlü elindeki işe veremez. Bizse, parça parça dökülen bir ilişkinin ayrıntılarını okumaya devam ederiz... “Beni seviyor musun?” diye sorar adam. “Tabii, niye soruyorsun ki?” diye cevap verir kadın, en tutkudan uzak şeyi yaparak kocasının omzunu annece bir şefkatle pışpışlarken. “Ama görüyorum; halinde, tavrında bir değişiklik var.” Bıkkın bir sesle gelir cevap: “Yok canım, sana öyle geliyor.” Karısı ondan uzaklaştıkça adamın beynini çatlatan sorular artar, sorular söze döküldükçe kadın daha da uzaklaşır. Bildiğiniz orta sınıf evlilik halleri...

        EVLİLİK: BİN YIL ÖNCE BİN YIL SONRA

        “Küçümseme”, İtalyan edebiyatının çok önemli yazarlarından olmakla birlikte günümüzde bir parça ihmal edildiğini düşündüğüm Alberto Moravia’nın aşk, evlilik, sadakat gibi kavramları sorguladığı ve buzdağının görmediğimiz, görmemeyi tercih ettiğimiz kısımlarını ortaya çıkardığı bir saplantı ve delilik hikâyesi. Modernizme, II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa’sının değişen değerlerine, günümüzde kadın ve erkek arasında yaşanan derin iletişimsizliğe, en önemlisi sorguladıkça gerçeklerden uzaklaşan, mutluluğunu, huzurunu, hayatını kendi elleriyle yıkan, şüpheci entelektüele yönelik de bir eleştiri aslında. Karanlık, boğucu ama şaşırtıcı biçimde gerçek hissi veren, sürükleyici bir başyapıt. Moravia’nın bin yıl öncesinden günümüze kalan “Odysseia”dan bahsetmesi boşuna değil. Hatırlayalım; Homeros’un kahramanı, 10 yıl süren Truva Savaşı’nın ardından evine dönebilmek için uzun bir yola çıkıyor ve yol boyunca amansız düşmanlar, ürkütücü canavarlar, onu yolundan vazgeçirmeye çalışan güzel akıl çelicilerle baş etmek zorundaydı. Yolculuğunu tamamlaması da bir 10 yılını alıyordu. Kederli karısı Penelope ise hayatta olup olmadığını bile bilmediği kocasını sabırla bekliyor, Moravia’nın cümlesiyle, “Sadakatin sadece aşk değil onur olduğunu” kanıtlıyordu. İzninizle, erkek karakterin şüphecilikten beslenen kafa karışıklığına “Odysseia etkisi” diyebilir miyim? Her gün geceden sabaha Homeros’un destanıyla yatıp kalkmaya başlayan Molteni ister istemez kendi evliliğini Odysseus ile Penelope’nin aşkıyla karşılaştırıyor ve sorular soruyor: “Ben Odysseus gibi başı dertte bir adam olsaydım, karım ne yapardı? Bekler miydi beni, yoksa her şeyi unutur muydu?” İçindeyken trajik, uzaktan bakınca birazcık komik bir durum, çünkü Molteni’nin esas sorgulaması gereken şey kendisi. Acaba kendisi direnebilir miydi 10 yıl boyunca karşısına çıkan sayısız baştan çıkarıcıya, döner miydi evine, karısına? Peki ya Emilia’nın gözünü bile kırpmadan “Seni küçümsüyorum” demesine yol açan şey neydi? İdeallerinden, hayallerinden, arzusundan bu kadar kolay vazgeçen, üstelik bunu aşkı için yaptığını öne sürerek bir bakıma ilişkisini de harcayan birine kim güvenebilirdi? Modern ilişkilerin girdiği çıkmazları sorgulayan ve bunu yaparken kendimize de bakmamızı sağlayan romanın finaline doğru geçen şu sözü unutmayalım: “Prenses, aşkını kazanmak istiyorsa ejderhayı öldürmesi gerektiğini söylemişti şövalyeye. Şövalye ejderhayı öldürmüş ve prenses ona yeniden sevdalanmıştı.”

        ÖYKÜ-ŞİİR

        “Dünyada öyle çok kırılgan şey var ki. İnsanlar çabucak kırılıyor; rüyaları ve kalpleri de... “Coraline”, “Yıldız Tozu”, “Yokyer”, “Amerikan Tanrıları” ve “Anansi Çocukları” gibi romanların İngiliz yazarı, yaygın deyişle “edebiyat dünyasının rock star’ı” Neil Gaiman, “Kırılgan Şeyler”de bu kez öyküleri ve şiirleriyle çıkıyor okur karşısına. 2007’de Locus ödülünü kazanan bu derlemede, “Zümrüt Dosya”, “Kapanış Saati”, “Güneş Kuşu” ve “Koltuğa Ekim Oturduğunda” gibi çeşitli vesilelerle tek başlarına ödü kazanmış öykülerle birlikte bir “Amerikan Tanrıları” öyküsü olan “Vadinin Hükümdarı” da yer alıyor. İthaki Yayınları’ndan çıkan ve Arthur C. Doyle’dan Lovecraft’a, Ray Bradbury’den C.S. Lewis’e uzanan bir çağrışım zincirinin görüldüğü bu metinlerde Gaiman okuru, edebiyatın büyülü, fantastik ama hassas gerçekliğine yakından bakmaya davet ediyor, öykülerin de tıpkı hayallerimiz ve kalplerimiz gibi kırılgan şeyler olduğunu hatırlatıyor. Özellikle de gölgelerden ve kâbuslardan doğan öykülerin... Son olarak, Neil Gaiman’ın bazı romanları bizde pek özensiz çevirilerle çıkmıştı. İçiniz rahat olsun, Zeynep Heyzen Ateş’in çevirdiği bu kitap onlardan değil.

        MEKAN

        Yahya KemalBeyatlı Kütüphanesi

        Gümüşsuyu’ndaki CVK Park Bosphorus Hotel’in içinde İstanbul âşığı büyük şair Yahya Kemal’in adını taşıyan bir kütüphane, daha doğrusu bir mini müze açıldı. Ayrıntıları, otelin genel müdür yardımcısı Edip Çelik’e sordum...

        Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul’la ilişkisi en sağlam edebiyatçılarımızdan.

        Yahya Kemal’in İstanbul’a aşkı, bağlılığı dillere destan olacak kadar büyük. Dizelerinde de görülüyor zaten. “Aziz İstanbul” derken mesela aşk, hürmet, özlem ve saygı gibi sayısız duyguyu tek kelimeyle anlatıyor bize.

        Aslında, bir zamanlar İstanbul’un siyaset, sanat, kültür alanındaki önemli temsilcilerinin buluşma mekânı işlevi gören Park Otel’de 1970’lere kadar çok sayıda ünlü kişi kalmış. 1930’ların en seçkin misafirinin Atatürk olduğu bilgisi, kaynaklarda mevcut. Aynı şekilde Adnan Menderes’in de... İngiltere Kralı VIII. Edward’ın eşiyle bu otelde kaldığını hatta onuruna görkemli bir yemek verildiğini de biliyoruz. Yahya Kemal ise gerçekten çok uzun bir süre, 1941’den aralıklarla 1958’e, yani ölümüne kadar burada yaşamış. Hayranları, onu görmek, konuşmak isteyenler gelir, şiirlerini dinleyerek notlar alırmış. Yaşadığı dönemde üstadın hiçbir şiir kitabı basılmamış. Şiirlerini dinleyip not alanların ellerindeki notları titizlikle kontrol eder, bir hata varsa anında düzeltirmiş.

        Yahya Kemal Beyatlı Kütüphanesi’ni açmaya nasıl karar verdiniz?

        Otelin ruhunu; tarih ve kültür zenginliğini yaşatmaya çalışıyoruz. Yahya Kemal Beyatlı’yı da unutamazdık. Onun uzun yıllar burada yaşadığını, şiirlerini penceresinden görünen olağanüstü güzellikteki İstanbul manzarasından aldığı ilhamla yazdığını bilmek bizi heyecanlandırıyordu. Sonuçta ona ithafen bir kütüphane açmaya karar verdik.

        Neler var kütüphanede?

        Fetih Cemiyeti ve Yahya Kemal Beyatlı Enstitüsü’yle birlikte çalışıyoruz. Üstadın eşyaları enstitüde korunuyor ama sergilerimizde ve Yahya Kemal Beyatlı’ya özel günlerde yaptığımız çalışmalarda onları buraya getirtebiliyoruz. Anlayacağınız bu mekân aynı zamanda bir mini müze işlevi görüyor. Kütüphanemizde şairin tüm eserleri mevcut. Onun bu şehre duyduğu aşkı tam anlamıyla yansıtabilmek için ciddi bir külliyatı, yani İstanbul’a dair yazılmış tüm kitapları da toplayarak geniş bir arşiv oluşturduk.

        Diğer Yazılar