Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Gazeteci yazar İpek Çalışlar, erkek dünyasında var olma mücadelesi vermiş iki kadının; Cumhuriyet’in kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’le yaptığı fırtınalı evlilikle anılan Latife Hanım’ın ve aktivistliğiyle olduğu kadar Türk edebiyatının en önemli kalemlerinden biri olmasıyla da tanıdığımız Halide Edip Adıvar’ın biyografilerinin yazarı. İşte 2017’de yayınlanacak yeni biyografisini beklerken, İpek Çalışlar’la bu iki kadına dair konuştuklarımız...

        İPEK ÇALIŞLAR

        İpek Çalışlar’ın Latife Hanım’ın biyografisini yazması önemliydi, çünkü bu kendine has kadın öncesinde fotoğraflarını sadece lise tarih kitaplarında ve önemli günlerde çıkan gazetelerde gördüğümüz bir figürdü bizim için. Neredeyse hiç gülmeyen silik soluk bir yüz... Ara sıra da hırçınlığından, huysuz ve geçimsiz oluşundan söz edilirdi. İpek Çalışlar, bambaşka biriyle tanıştırdı bizi: Kültürlü, hemcinslerinin haklarını savunan, eşiyle siyaset dahil her konuda sıkı tartışmalara girmekten çekinmeyen ama ona destek de olan güçlü bir kadın. Kimi zaman hayranlıkla kimi zaman öfke fırtınalarıyla şekillenen fırtınalı bir aşkın kahramanı... Sonra “Halide” geldi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarına da şahit olan Halide Edip de resmi tarihin nereye koyacağını bilemediği kişilerdendi: İttihat ve Terakki’nin diktatörlüğe dönüştüğü günlerde partiden kopmuş, Ermeni tehciriyle birlikte isyanı iyice alevlenmişti. Sadece büyük bir entelektüel değildi; at üstünde Anadolu’ya giden bir Kuvvayı Milliye’ci, hitabet gücü sayesinde yüz binleri işgale karşı meydanlarda coşturan karizmatik bir aktivist, “Handan” gibi yazıldığı döneme göre son derece ileri romanlarıyla cinselliği edebiyatta ilk kez korkusuzca ele alan bir yazardı. Atatürk’le görüş ayrılığı yaşayınca gözden düşmüş, uzun yıllarını sürgünde geçirmişti. Ve ülkesine ancak 1940’ta dönebilmişti. Öldüğünde vasiyeti şuydu: “Temel hak ve özgürlükler, ilkokul çocuklarına dua gibi ezberletilmeli.” Yazdığı “Latife Hanım” ve “Halide” biyografileriyle ilgili röportajımızda İpek Çalışlar’a sorduğum son soruyu başa almak istiyorum: “Bu iki kadının sizinle örtüşen yanları var mı; benzeşiyor musunuz?” Cevap: “Ben, onlar da dahil diğer birçok kadının verdiği mücadelenin yarattığı imkânları kullananlardan biriyim. Bitmiş değil ayrıca; kadın-erkek eşitsizliği farklı düzeylerde de olsa bugün de sürüyor ve toplumun bu meseleyi içselleştirmesi için daha fazla mücadele ve daha uzun zaman gerekiyor.” İşte 2017’de yayınlanacak yeni biyografisini beklerken, İpek Çalışlar’la konuştuklarımız...

        LATİFE HANIM VE ATATÜRK

        Çok önemli iki biyografi kaleme aldınız. Sizi, Latife Hanım ve Halide Edib’i araştırmaya, çözmeye, yazmaya sevk eden şey neydi? Onların hayatında neyi heyecan verici bulmuştunuz?

        Cumhuriyet’in Pazar ekinin editörüyken, dergide mutlaka kadın portrelerine yer veriyorduk. 2001 yazını neredeyse Halide Edib’e ayırmıştım. Hayatını, romanlarını ve Meclis konuşmalarını okuduktan sonra uzun bir kapak yazısı yazarak “keşfettiklerimi” okurlarla paylaştım. Ailesi fotoğraf albümünü getirdiği gün dergi çalışanları olarak kendimizden geçmiştik. Latife Hanım’ı ise daha sonra işsizlik günlerimde araştırmaya başladım. Bir arkadaşımdan alıp okuduğum Latife Hanım kitabı, beni keşfedilmeye değer bir kadınla yüz yüze getirdi. Gazetecilik yaparken hiç dikkatimi çekmeyen Latife Hanım’ı adeta haber konusu olarak avucumun içine alıp her yönünü aydınlatmaya çalıştım. Okur, “Latife Hanım”ı heyecanla karşıladı; kitabın arkasından koşup durmak zorunda kaldım. Telaş sona erince, ikinci kitap konumun da aslında hazır olduğunu fark ettim ve Halide Edib üzerine daha derin bir araştırmaya giriştim. Atatürk’ün her iki kadının yaşamında oynadığı rol ve onların Atatürk’ün yaşamındaki yerleri, bu keşif sürecinin en heyecanlı kısmıydı

        Bu iki kadının cumhuriyetin ilk yıllarında hem çok önemsendiğini hem de bir biçimde itibar kaybına uğradığını görüyoruz. Latife Hanım büyük bir şahsiyetle, Atatürk’le evliliği sona erince köşesine çekilmek zorunda kalmış. Halide Edib ise siyasi duruşundan ötürü istenmemiş ve çok uzun yıllar, sanırım 1940’a kadar Türkiye’den uzakta yaşamış. Onları bu bakımdan anlatmanızı istesem neler söylersiniz?

        Latife Hanım da Halide Edib de dönemlerinin öncü kimlikleri; sivri kişilikler. O günün koşullarında, gördükleri ilgiyle de beslenerek, fikirlerini özgürce ifade ediyorlar, güçlü kimlikleriyle de ya seviliyorlar ya nefret görüyorlar. Latife Hanım, Mustafa Kemal’le evlendikten sonra bir dünya starı gibi algılanıyor. Peçesi, çizmesi, binici pantolonu, mahmuzları ve verdiği çay davetleriyle dünya basınına sürekli haber oluyor. Tabii Ankara’da onun davranışlarını aşırı bulanların sayısı da gittikçe çoğalıyor. Koskoca başkomutana “Kemal” diyor dedikodusu alıp yürüyor.

        Peki Halide Edib?

        Çok satan romanları, gazetelere yazdığı makaleler ve en önemlisi Sultanahmet mitinginde halkı işgalcilere karşı ayaklanmaya davet eden konuşmasıyla bir kanaat önderi olarak en önde duruyor. Milli Mücadele’ye katılması Mustafa Kemal tarafından çok önemseniyor. Fakat bu kadınların ikisi de talimatla hareket etmeye alışık değiller; uzlaşma sanatına da yabancılar. Mustafa Kemal ona meydan okumalarından hoşlanıyor başlangıçta ama sonra bu onu bunaltmaya başlıyor. Halide Edib’e dobra dobra, “Benim dediğimi yapacaksınız, hanımefendi” diyor mesela. Ama farklı tarafları var: Mesela boşanmanın ardından Latife Hanım’ın hayatı neredeyse son buluyor. Boşanmış bir başkan eşi için başka çare yoktu herhalde. Halide Edib ise liderle düştüğü anlaşmazlığın ardından yok olmuyor. Bir süre gölgede yaşasa da yeniden doğuyor.

        Bu iki kadın neleri başarmak istedi ve nelerle mücadele etti? Onların hikâyesi memleket kadınlarının hikâyesine hangi bakımlardan paralel ilerliyor?

        Halide 1908 ihtilal günlerinin kadınıyken, Latife Milli Mücadele’nin ardından gelen değişim yıllarının kadını. Atatürk’le arasında 15 yaş fark var. Devrim koşullarında yıldızlaşmış kadınlar oldukları söylenebilir. Kadınların hukuk alanında erkeklerle eşitliğini talep etmiş, bu konuda mücadele vermişler. Medeni Kanun’un kabulünde; kadınların parlamentoda temsilinde ikisinin de payı büyük.

        Halide Edib, bir erken dönem feministi olarak Batı’da önemseniyor. Bizde bu yönüyle pek konuşulmazdı. Okulda ondan olumsuz söz edildiğini de hatırlıyorum. Toplu eserinin yayınlanması, değerinin teslim edilmesi yeni sayılır. Bugünden bakınca onu nasıl görüyorsunuz?

        Halide Edib, varlıklı bir ailenin kızı. Dönemine göre mükemmel bir eğitim alıyor. Amerikan Koleji’nin feminist müdürü Miss Patrick’ten etkileniyor. Evleneceği erkeği kendi seçiyor ama çok geçmeden kadınların hukuk önündeki eşitsizliğini kendinin de yaşamaya mahkûm olduğunu görüyor. İlk dönem romanlarında kadınlara önerilen “zavallı” hayatları yazmış zaten. Kendi hayatından sahnelerle kadının gerçek dünyasını anlatmış. Beni en çok şaşırtan frengi üzerine yazdığı roman olmuştu.

        Latife Hanım’ı da sorayım... Onun yer yer çok hazin hikâyesini öğrendikçe ve kitabı yazmayı sürdürdükçe ne düşündünüz, ne keşfettiniz?

        Latife, İngiltere’de feminizmin bir eylem biçimi olarak şiddete başvurduğu, kadının parlamentoda temsili için ortalığı ateşe verdiği yıllarda bir İngiliz lisesinde eğitim görüyor. Mustafa Kemal’le evlendikten sonra yapmak istediği şeylerden biri de parlamentoda mebus olarak bulunmak. Şu enteresan: Çankaya’daki köşke ilâve bölüm yapılırken, ona Mustafa Kemal’inkinden daha büyük bir çalışma odası hazırlanıyor.

        ‘Halide için muhalefet demokrasinin bir kuralı’

        Biri Mustafa Kemal’in karısı, diğerininse kitabınızda da anlattığınız gibi onunla aşka benzer fırtınalı bir ilişkisi var... Anladığım kadarıyla ikisi de boyun eğmeyi, susmayı beceremeyen, “itaatsiz” ve zaten bu yüzden haksızlığa uğramış karakterler.

        Aile yapıları ve toplumun onlara sunduğu imkânlar, “boyun eğme ekolü”ne çok uzak. Ruslar Latife Hanım’la ilgili rapor tutarken, “Kocasının önünde yere kapanmıyor” notunu düşmüş mesela. Belki de işin sırrı buradadır... Mustafa Kemal, evlendiği kadının kendisiyle eşit ilişki kurabilecek bir kadın olmasını istiyor. Kadın hakları kafasındaki ilk reform sayabiliriz bunu. Ve bu yüzden Latife, Mustafa Kemal’in onu boşayacağını aklından bile geçirmiyor. O da Halide de kendilerine, güçlerine güvenen kadınlar. Halide muhalefeti, demokrasinin bir kuralı olarak algılıyor ve rejim demokrasiden uzaklaşınca, yurdundan uzaklara gitmek zorunda kalıyor.

        GÖZÜPEKLİĞİ VE CESARETİYLE KADINLARA ÖRNEK OLDU"

        Kadınsız inkılabın mümkün olamayacağını savunan aktivist yazar Nezihe Muhiddin, Cumhuriyet yönetimine kadınların da katılması için mücadele etmişti. “Resmi cumhuriyet kadını” elbisesine de sığamayınca usulsüzlükle suçlanmış, yargılanmış, ismi antolojilerden bile silinmişti. Hikâyeyi, “Kadınsız İnkılap” adlı kitabın yazarı Yaprak Zihnioğlu’na sordum.

        YAPRAK ZİHNİOĞLU

        Bu aralar sahaflarda, kütüphanelerde kaybolmayı seviyorum. Ara sıra hazinelere, ara sıra da “Bunlar nasıl yayınlanabilmiş” dediğim utanç verici kitaplara rastlıyorum. Kadın hakları savunucularıyla dalga geçen “Ten Little Suffragette” adlı çocuk kitabı gibi. Kitap, oy hakkı için pankartlarla sokağa dökülen ve bu yolda teker teker “ölen” 10 küçük kızın hikâyesi. Görünce, ‘yazık bu kitabı okumuş çocuklara’ diye öfkelendim, üzüldüm. Fakat esas öfke ve üzüntüyü, aynı tarihlerde bizde ne olmuş diye baktığımda yaşadım. Meğer ne berbat yazılar çıkmış, ne kadın düşmanı karikatürler yayımlanmış. Mesela Yunus Nadi, Nezihe Muhiddin’in kurucusu olduğu Türk Kadınlar Birliği yönetiminden istifaya zorlandığında, “Ooh, kurtulduk!” yorumunu yapmış. Ama neden? Ben yanlış mı biliyordum, biz kadınlara değer veren, oy hakkını ilk tanıyan ülkelerden değil miydik?

        NEZİHE MUHİDDİN

        Yaprak Zihnioğlu’nun “Kadınsız İnkılap” adlı kitabı bu açıdan benim için çok aydınlatıcı oldu. Kitap, 1909’dan itibaren İstanbul’un kültür ortamında önemli bir isim haline gelen ve ardından hızlı bir düşüşü yaşayan Nezihe Muhiddin’in dramatik hikâyesinden hareketle Türk feminizminin öncülerini ele alıyordu ve Nezihe Muhiddin onların en önemli olanlarından biriydi. Kadınsız inkılabın mümkün olamayacağını savunmuş, Cumhuriyet yönetimine kadınların da dahil olması için çalışmıştı. Topluma dayatılan “resmi cumhuriyet kadını” elbisesine sığamayıp erkeğin gölgesindeki “çocuk kadın” olmayı reddedince de usulsüzlükle suçlanarak yargılanmış, ismi her yerden silinmişti. Öldüğünde yapayalnızdı.

        Bu parlak zekalı, etkileyici kadının hikâyesini geç de olsa ayrıntılarıyla öğrenmek için aradım Yaprak Zihnioğlu’nu. Aklımdaki sorulardan biri şuydu: “Bunca şeyden sonra artık erkeklerin de özgürleşmeye ihtiyaç duyması ve kadın hakları mücadelesine katılması için ne yapmalıyız?” Zihnioğlu, “Toplumsal cinsiyetlerden bahsederken, biraz bunu, erkekleri de içine alan bir dönüşümü kastediyoruz aslında. Ama bunun için kadınların daha çok mücadele etmesi gerekiyor. Öte yandan, tam ölçümlenemeyen bazı şeyler ancak uzun vadeli toplumsal evrim ve değişimlerle ortaya çıkıyor. Henüz başarılamamış çok şey var ama feminist hareketin son 4 yıl hariç, büyük bir ivme kazandığını biliyoruz. Her şeyden önce feminist tezler topluma kazandırıldı. Bunların toplumsal dönüşüme etki oranını ilerde sosyal tarihçiler inceleyecektir.” İşte Nezihe Muhiddin’i konuşmaya buradan başlıyoruz...

        Kimdir Nezihe Muhiddin?

        Nezihe Muhiddin 19’uncu yüzyılın sonlarında doğmuş ve ilk toplumsal etkinliklerine II. Meşrutiyet döneminde başlamış bir Osmanlı Türk kadın hakları savunucusu, düşünür ve eylemci. Kültür düzeyi ve analiz kabiliyetiyle öne çıkan bir siyasal stratejist, bir feminist, bir mefkûreci, iyi bir hatip, karizmatik bir kişilik ve bir yazar... Tarihimizde iz bırakmış önemli bir şahsiyet.

        Onu önemli kılan neydi?

        1908’den itibaren bir kadın hakları savunucusu olarak öne çıkmıştı. Başta seçme ve seçilme hakkı olmak üzere kadınların siyasi, iktisadi, toplumsal tüm hakları için büyük bir cesaretle mücadele etmiş bir kadın ve kadınların eşitliği için gecesini gündüzüne katmış bir aktivistti. Onun kadın davasını yürütürken gösterdiği gözüpeklik, sözünü sakınmaması ve cesareti pek çok kadına örnek oldu.

        Parlak bir zekâ ve müthiş bir kalem olmasına rağmen çağdaşlarının gözünden düşüyor, en ağır itibarsızlaştırmalara maruz bırakılıyor ve son nefesini akıl hastanesinde veriyor. Nezihe Muhiddin hangi kalıba girmeyi, neyi onaylamayı reddetmişti?

        Nezihe Hanım çağdaşlarının gözünden düşmedi kanımca, iktidar tarafından gözden düşürülmeye çalışıldı. Tanıyanlar, iktidarın hedefi haline gelen ve karalanan Nezihe Muhiddin’in gerçek kimliğini çok iyi biliyordu. Nezihe Hanım kadın haklarını savunmaktan vazgeçmedi. Devlet, bu etkili ve güçlü karakteri kamu alanından uzaklaştırmak ve onu cezalandırarak, karalayarak etkisiz hale getirmek istedi ve bunu başardı. Nezihe Hanım herhangi bir iktidarın kadını olmayı kabul etmedi, kadın haklarının savunucusu olarak bağımsız bir pozisyonda kalmak istedi. İktidarın hoşuna gitmeyen de buydu.

        Sırf bir karakter uyuşmazlığı meselesi miydi bu, yoksa “erkek” iktidarın kadına bakışını mı yansıtıyordu? Ne oldu da Nezihe Muhiddin’in adı neredeyse her yerden silindi, birlikte mücadele verdiği kadınlar bile onu terk etti?

        Bu şahsi bir mesele değil, politik bir meseleydi. İktidar, kadın hakları alanının tek yürütücüsü ve hâkimi olmak; bu alanı kendi belirlediği sınırlar içinde tutmak istiyordu. Nezihe Muhiddin ise bu konuda taviz vermedi. Kadın politikasını kadınların yapması ve savunması gerektiğini önceki deneyimlerinden de çok iyi biliyordu. Birlikte mücadele verdiği arkadaşları, yani feministler onu bu olaylardan sonra da savunmaya devam ettiler ama ne yazık ki seslerini duyurabilecekleri ortam çoktan yok olmuştu. Yalnızca feministleri değil, 1925 Takrir-i Sükûn Kanunu’yla tüm muhalifler, liberaller ve demokratları da sustu.

        1927’de Kadınlar Birliği’ne onun yerine başkan atanan Latife Bekir, “Kadınların siyasi hakları ile meşgul olacak mısınız” sorusunu, “Hayır, Nezihe Hanım gibi hayaller peşinde koşacak değiliz” diye cevaplıyor. Bunları okurken ve yazarken ne hissettiniz?

        Sözünü ettiğiniz hanım ve çevresi tam da iktidarın istediği gibi biriydi, “Bizim bir şey yapmamıza gerek yok, hükümetimiz bizim adımıza her şeyi düşünüyor ve yapıyor ve bundan sonra da yapacak,” diyen ve uzun yıllar bir kez bile kadın meselesini gündeme getirmeden CHP mebusu olarak Meclis’te bulunmuş birinden söz ediyoruz. Yazarken öfkelendiğimi anımsıyorum. Ve büyük bir düş kırıklığı hissettiğimi...

        Peki Nezihe Hanım’ın hayatına, mücadelesine dair çizdiğiniz tablo tamamen geçmişte kalmış bir tablo mu, yoksa günümüzde de canlılığını koruyor mu?

        Nezihe Muhiddin ve arkadaşlarının mücadelesini ben birinci dalga feminizmin ikinci evresi olarak görüyorum. İlki Fatma Aliye’lerle başlayan Osmanlı Hareket-i Nisvan’ının etkin olduğu 19’uncu yüzyılın son 20 yılı ve 1908’e kadar olan dönemdi. Bugün de kadınlar eşitliğe kavuşamadığına, birinci dalga feminizmin talepleri hâlâ yerine gelmediğine göre bu mücadele alttan alta devam ediyor. Feminizmin 1980 sonrası ikinci evresi elbette birinciden farklı ve daha ileri talepleri barındırıyordu ancak bir yandan da bir alt dalga olarak bugüne kadar yürüyen ve daha epey de yürüyecek olan bir akımdan söz ediyoruz.

        ‘ELİNDEN TUTULMASI GEREKEN BİR ÇOCUK KADIN OLMAYI REDDETTİ"

        Kadınlara seçme ve seçilme hakkını ilk tanıyan ülkelerdeniz. Öte yandan siz, bunun büyük oranda simgesel olduğunu, kadınların Batılılaşma politikalarının nesneleri olarak algılandığını, kâğıt üstündeki hakların özgürlük anlamına gelmediğini söylüyorsunuz. Cumhuriyet’in kadınlara bakışını değerlendirir misiniz?

        Kadınlara oy hakkı bizden önce 1893’te Yeni Zelanda’da, 1902’de Avustralya’da, 1906’da Finlandiya’da, 1913’te Norveç’te tanındı. Demokrasi iddiasının göstergesi olarak ve Batı’dan gelen diktatörlük eleştirilerine karşı, kadın haklarının kullanıldığını, araçsallaştırdığını ilk kez söyleyen Şirin Tekeli’dir. 1977’de İstanbul Üniversitesi’nde savunduğu ve sonradan kitap haline getirilen tezinde bu fikirleri açıklamış, göstermiştir. Zaten ben de Ben Nezihe Muhiddin’i onun yolundan yürüyerek bulabildim. Evet, Erken Cumhuriyet’in bu konudaki bakışı sorunludur. Kadın, elinden tutulması gereken bir “çocuk kadın”dır.

        Nezihe Muhiddin’in başarısızlıkla sonuçlanan mücadelesinin her şeye rağmen kadınlar, kadın hakları açısından olumlu sonuçları oldu mu?

        Evet, kuşkusuz. Nezihe Muhiddin bir davayı hayatı pahasına başlattı, bizler de bugün farklı boyutlar ekleyerek aynı davayı sürdürmeye çalışıyoruz. İlkler her zaman put kırıcıdır... Elde ettiğimiz hpaklarda ve bugün kadın hakları konusunun tüm topluma yayılmasında Nezihe Muhiddin ve onunla birlikte mücadele veren kadın arkadaşlarının, kısacası büyükannelerimizin izi var.

        Diğer Yazılar