Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        7 KASIM 2014

        “Akıl Defteri” ve “Başlangıç” gibi şimdiden sinema tarihindeki yerini kabul ettiren başyapıtlarla sevip saydığımız Christopher Nolan’ın en zayıf filmi bu yıla nasipmiş… “Yıldızlararası”, sadece bilimkurgu sinemasıyla “Matrix”le tanışan, türün öncesini bilmeyen kitle tarafından ‘mucizevi bir başyapıt’ ya da ‘yaratıcı bir film’ olarak yorumlanabilir. Ama sinema tarihinin geçmişini takip edenlerde sürpriz son hedefleyen vasat, kolaycı ve klişe bir uzay boşluğu filmi ya da teorileriyle kafa şişiren didaktik/destansı bir uzay yolculuğu etkisi yaratacak. Nolan’ın uzay boşluğu bilimkurgusunun “2001: Uzay Yolu Macerası” esintili sersemletici başyapıt “Hayat Ağacı”nın üretildiği çağda ne işi olduğunu çözmek güç.

        “Takip” (“Following”, 1998), “Akıl Defteri” (“Memento”, 2000) derken bir ustanın sinyalleri verilmişti. En azından ‘kara film’ uygulamalarında ve ‘bilinçaltı’ tasvirinde onun adını anacak gibiydik. Ancak zamanla polisiyelerden sıyrılmak farz oldu. Bellek de bir arka plan nesnesine dönüştü. İki ‘Kara Şövalye’ (‘The Dark Knight’) filminin, meselesinin endamı, destansılığı, Shakespeareyen yapısı derken, ciddiye alınmayan şeyleri entelektüel zeminlere kavuşturma arzusunun sakilliğiyle akılda kaldı. Ama Nolan eski Nolan mıydı?

        BÜTÇELERİ GÖRMEK NOLAN’I DEĞİŞTİRDİ

        Açıkçası herkes “Prestij”in (“The Prestige”, 2006), o sürpriz sonu kovalarken hikaye kurgusuna ince bir ayar verebilen ve izleyeni diken üstünde tutabilen kıvrak formülünü arıyor. “Akıl Defteri”nin sondan başa doğru kurgulanmış radikal yapısı aşırı gelecek olsa da, bu şablon çok mantıklı bir stüdyo işi sunabilir. Ama yönetmen, polisiyede de bilinçaltının üzerine giden bir kimlik oldu (bkz. “Insomnia”). Her daim, hafızayı, kabusları, rüyaları kullandı.

        Ama mesele ‘Batman’ üçlemesine geldiğinde tıkandı, artık değişim zamanıydı. Nolan, ciddi olmak, bilinçaltındaki saçmalıkları, seyirciye aşırı gelebilecek şeyleri devre dışı bırakmak istiyordu. Çizgi roman uyarlamasından bir terör/gangster öyküsü, Amerikan milliyetçiliğine uygun bir anti-kahraman çıkartmak istiyordu. Destansılıkla sınavını Hollywood’un orta damarında verirken, biraz Paul Thomas Anderson ile bağdaştırılabilecek anlatı metotlarını izliyor, Kubrick’e göz kırpıyordu.

        BİLİMKURGU SİNEMASI TAKİPÇİLERİ İÇİN TEKDÜZE KAVRAMLAR

        Fakat işin rüya inşaatı bilimkurgusu konseptini yaratan serbest ve özgün “Başlangıç”tan (“Inception”, 2010) buralara gelebileceğini kimse bilemezdi. En azından orada da 150 dakikaya dayanan süreye karşın son 45 dakikada dört farklı katmana eşine benzerine zor rastlanacak ustalıklı bir paralel kurgu eşlik etmişti. Onun kenarlarıysa Oscar’lı ses miksajı ve ses kurgusunun, değişken ortam seslerini es vermeden bir araya getirme gücüyle örülmüştü. Burada ise ‘günümüz’, ‘uzay gemisinin içi’ ve ‘uzayın derinlikleri’ gibi katmanlar var. Ama bunları karman çorman hale getiren, yer yer ‘uyumlu’ gözükse de genelde üç saate bağlamak için kendini paralayan bir yönetmenlik geleneği mevcut. Tempo ayarında ciddi sıkıntılar göze çarpıyor. Formatla oynama arzusu dışında yaratıcı bir hamle göremiyoruz.

        Nolan neyin peşinde? Çözmek zor. Ama zamanla Hollywood’un arzuladığı Tanrıcı bakışa, didaktik meselelere, kör kör parmağım gözüne mesajlara giriyor. İyiden iyiye klasikleşip bellek-kurgu ilişkisindeki net tavırlarını bir kenara bırakarak bayat fikirlerin malzemesi olmaya başladı. Açıkçası “Yıldızlararası”nda (“Interstellar”, 2014) Kip Thorne’dan, Einstein’ın izafiyet teorisine yüklenen bir fizikçiden yola çıktığı söylenen kavramlar çok mu yeni, hayır.

        NOLAN HANGİ ÇAĞDA YAŞIYOR?

        Ne uzayın derinliklerine yolculuk yapmak, orada bir yaşam formu ve dönüşüm aramak, ne ‘kara delik’, ne ‘quantum fiziği’, ne ‘paralel evren’, ne ‘yerçekimi’, ne de ‘solucan deliği’ görmediğimiz şeyler değil. Üstelik günümüzde bir “Matrix” (“The Matrix”, 1999) çağı atlattıktan sonra “Kaynak” (“The Fountain”, 2006), “Bunraku” (2010), “Bay Hiçkimse” (“Mr. Nobody”, 2009) gibi türe başyapıtlar armağan edilmişti. “Avatar” (2009) ve “Başlangıç”ın açtığı A sınıfı bilimkurgunun altın çağında ise şu sıralar üretim çeşitliliğine adapte olma dönemindeyiz.

        “Bulut Atlası” (“Cloud Atlas”, 2012), “Tetikçiler” (“Looper”, 2012), “Elysium: Yeni Cennet” (“Elysium”, 2013), “Snowpiercer” (2013), “Labirent: Ölümcül Kaçış” (“The Maze Runner”, 2014) gibi çok sağlam bilimkurgu filmleri üretiliyor. Bunlara radikal bilimkurgu animasyonları ve melez tür örnekleri de ekleniyor. Artık 1968’de “2001: Uzay Yolu Macerası”nın (“2001: A Space Odyssey”) yaptığı gibi, sıkıcı uzay boşluğu portrelerine felsefe katmak, uzayın derinliklerinden bir vizyon aşılamak, devrimci bir üslup inşa etmek gerekmiyor. Üstelik onun izinde ilk olarak “Doppelgänger” (1969), “The Andromeda Strain” (1971), “The Black Hole” (1979) gibi eserler üredi. Bu belirgin etki “Görev: Mars” (“Mission to Mars”, 2010), “Uzaydaki Dehşet” (“Pandorum”, 2009), “Ay” (“Moon”, 2009), “Hayat Ağacı” (“The Tree Of Life”, 2011) gibi filmlere kadar uzandı.

        DESTANSI FİLMLERDEN HARD BİLİMKURGUYA

        Açıkçası yeni milenyumda uzay boşluğu tanımı da, bilim adamı tanımı da, astronot tanımı da değişti. Sözgelimi, bir teknisyenin elinde bilgisayarla çeşitli teorilerin peşine düşmesi çoktan klişeleşti. İşin ‘hard bilimkurgu’ ambalajına yedirilmesi ise çok manalı değil.

        “Solaris” (“Solyaris”, 1972), “Mesaj” (“Contact”, 1997) ile “İşaretler”i (“Signs”, 2002) akla getiren ilk bölüm Büyük Bunalım dönemindeki Toz Çanağı felaketinden esinlenmiş. Ama buradaki etkileyici portre ve katmanlı renkler Hoyte Van Hoytema vizyonuyla sunuluyor. Spielberg usulü muhafazakar aile tablosu, baba-kız ilişkisinden besleniyor.

        FİLMİN SÜRPRİZLERİNİ ‘MESAJ’I İZLEYENLER KOLAYLIKLA ÇÖZECEK

        Açıkçası fizik uzmanı Kip Thorne’un da itiraf ettiği gibi filmin ‘solucan deliklerinden yapılan zaman yolculuğu’ ya da ‘yıldızlararası yolculuk’ fikri 1997’de çekilen “Mesaj”dan alınmış. Carl Sagan’ın o filme kaynaklık eden 1985 tarihli romanı, uzaylı bir yaşam kaynağı olduğunu iddia eden bir bilim kadınının (ona aşık olan Hıristiyan filozofu da Matthew McConaughey canlandırıyordu) izini sürmüştür. Finaldeki ‘uzayın derinliklerinde zaman buradakinden daha yavaş geçiyor, böylece dünyada insanlar çabuk yaşlanıyor’ hamlesiyle iz bırakmıştı.

        Nolan, filmin çatısını bu numaranın üzerine kuruyor. Açıkçası McConaughey’nin canlandırdığı Cooper’ın uzay görevine aceleci bir şekilde çıkması sonrası, kızıyla yaşayacağı etkileşimi “Mesaj”ı izleyenler kolaylıkla çözüyor. Bu noktada uzay gemisinde yolculuk sırasında devreye ‘kara delik’, ‘yerçekimi’, ‘quantum fiziği’, ‘izafiyet teorisi’ gibi kavramları inceleyen ders seansları giriyor. Christopher ve Jonathan Nolan belli ki meseleyi kolaylaştırmak ve düşünsel bir tanım yaratmak için bu kolaycı yolu seçmiş. Seyirciyi ilkokul öğrencisi yerine koymuş.

        O HANTAL ROBOTUN NE İŞİ VAR ORADA?

        İşin doğrusu bu orta bölüm “Yerçekimi”nin (“Gravity”, 2013) üç boyutu kaldırınca manasız duran uzay portresinden daha zayıf. Zamanla “2001: Uzay Yolu Macerası”ndaki evrenin derinliklerine yolculuk edip oradaki paralel evrenleri, farklı boyutları görme algısı canlanıyor. “2001: Uzay Yolu Macerası”nda Keir Dullea’nın sonsuzluğa doğru yaptığı seyahat ve onun sonuçları akla geliyor. Baştan itibaren beliren TARS adlı gelişmiş konuşan robot, tasarım şekliyle Kubrick’in filmindeki monolit TMA-1’yı konuşan bilgisayar HAL 9000 ile birleştiriyor sanki.

        Ama fazlasıyla hantal çizilmesi bilimkurgu filminin yetişkin kitleyi yakalama arzusunu ortaya koyuyor. Açıkçası derinliklere ilerlerken de çok görmediğimiz şeyler olmuyor. Elbette “Aya Seyahat” (“Destination Moon”, 1950), “First Men on the Moon” (1964) gibi ay yolculukları canlanmıyor. “Esrarengiz Yolculuk”un (“Fantastic Voyage”, 1966) uzay gemisinde küçülüp kaybolan astronotlarının trajik durumu yer yer akla geliyor. Ama esasen “Boşluktaki Kahramanlar” (“The Right Stuff”, 1983), “Apollo 13” (1995) gibi uzaya yapılan gerçekçi astronot yolculuklarının dokunaklı temsilleri, sevgiyi her şeyin önünde tutmaları Nolan’ı etkisi altına almış belli ki.

        ‘THE BLACK HOLE’ 1979’DA ÇEKİLMEMİŞ MİYDİ?

        Kara delik deyince ise Gary Nelson imzalı, Maximilian Schell’in korkutuculuğundan beslenen uzay kabusu “The Black Hole” hatırlanıyor. Uzayın derinliklerinde kaybolan, kara deliğe düşen bir uzay gemisini ele alan eser “2001: Uzay Yolu Macerası”nın geleneğinden eli yüzü düzgün bir iştir.

        Final bölümünde ise sanki evrim teorisi üzerine “Görev: Mars”ta (“Mission to Mars”, 2000) gördüğümüz klişe De Palma hamlesi, her şeyi açıklayıcı sona bağlama kolaycılığı 14 sene sonra hiç kaybolmamış gibi canlanıyor. ‘Önceki iki saat civarı kısımda neler oluyor?’ sorusu cevaplanamıyor. İçimizden ‘De Palma yapınca kötü, Nolan yapınca mı iyi?’ demek geliyor.

        NOLAN’IN EN ZAYIF FİLMİ

        “Yıldızlararası”nın eksiği Wally Pfister midir bilinmez. Ama Hans Zimmer’ın yaylı çalgılardan beslenen ve hiç durmayan ezgileri filme bir ruh katıyor. Jessica Chastain, az gözükmesine karşın iz bırakırken, Matthew McConaughey de fena değil. Film, Oscar’da ‘En İyi Müzik’ başta olmak üzere ‘En İyi Ses Miksajı’ ve ‘En iyi Ses Kurgusu’ dallarında da favori. ‘En İyi Kurgu’da ise heykelcik için önemli rekabetçilerden biri.

        Ama bir şekilde 160 milyon dolarlık bir hayal kırıklığına dönüşüyor. “Hayat Ağacı” gibi ‘2001’ modelini yeryüzüne transfer eden bir dahiliği, “Uzayda Dehşet” ve “Ay” gibi o kaynağı hakkıyla kullanan eserleri mumla aratıyor. “2001: Uzay Yolu Macerası”, “Maymunlar Cehennemi”, “Solaris” gibi uzayda kaybolan, yaşam mücadelesi veren astronot klişesini özgün bir yaklaşımla kavrayıp formül ya da alt tür yaratan yapıtlar aklımızın ucundan bile geçmiyor.

        “Yıldızlararası”, tekdüze kavramlarla ilerleyip geçen seneki “Yerçekimi”nin üç boyutlu Disneyland gösterisi kıvamının bir benzerini canlandırıyor. Nolan’ın en zayıf filmi iki ‘Kara Şövalye’ (‘The Dark Knight’) uyarlamasının hemen altına yerleşiyor. Yönetmenin “Başlangıç”tan sonra bir daha toparlanamayacağına dikkat çekiyor.

        FİLMİN NOTU: 4.5

        Künye:

        Yıldızlararası (Interstellar)

        Yönetmen: Christopher Nolan

        Oyuncular: Matthew McConaughey, Anne Hathaway, Michael Caine, Jessica Chastain, Ellen Burstyn

        Süre: 169 dk.

        Yapım yılı: 2014

        DOGMA ESTETİĞİ DESTEKLİ REVİZYONİST WESTERN

        Büyük Bunalım döneminde bir dağın eteklerinde filizlenen ekonomik kalkınma planını, iç burkan bir aile tablosu ve kıskanılacak bir romantizmle saran revizyonist bir western filmi… “Serena”, 1930’lar Amerika’sından manzaraları, kadınların göz göre göre yaşadığı sıkıntılardan beslenen, feminist, melodramatik ve Dogma etkili bir damara transfer ediyor. Susanne Bier’in kariyerinin en başarılı eserlerinden birine dönüşürken, bir kez daha adaplı bir performans sergileyen Jennifer Lawrence’tan fazlaca destek alıyor.

        1995’de çıkan Dogma hareketiyle bir arada anılan ve 2002’de 28. Dogma filmi “Açık Kalpler” (“Elsker Dig For Evigt”) ile çıkış yaparak bu alışkanlığını belli eden bir yönetmen… Danimarkalı Susanne Bier, bu kaynakla bağını koparmasa da zamanla özgürlüğünü ilan etti. Sallanan omuz-el kamerasını ve gerçekçi oyunculukları her daim kullanırken biraz ‘kurgu’ ve ‘müzik’ geleneğini değiştirdi. Bu özellikleri, zafiyeti olan karakterlerden ve trajik olaylardan beslenen melodramatik filmlere malzeme ederek daha ticari filmlere odaklandı. Bunları beğenmek de beğenmemek de serbestti açıkçası.

        BÜYÜK BUNALIM DÖNEMİNDE AYAKTA DURMA ÇABASI

        Ama kendisinin ABD’de çektiği “Yitirdiğimiz Şeyler” (“Things We Lost in Fire”, 2007) gerçek bir başarısızlık abidesiydi. Melodramın dozunu kaçıran eser, Tom Stern’ün sinematografik becerisini boşa harcıyordu. Yönetmenin ondan sonra tamamı ikinci İngilizce filmi “Serena” (2014) ise kariyerinin kayda değer tarafına dahil oluyor. 1930’ların Büyük Bunalım dönemi Kuzey Carolina’sında geçen eser, bir çiftin kerestecilikte yükselme, aşkını tazeleme ve çocuk yapma arzusunu ele alıyor. Bunu yaparken de western doğasından bildiğimiz bir kasabayı, dağın tepesine, tepelerin ardına yerleştirmesiyle değer kazanıyor.

        Bier sevdiği, sürekli işbirliği yaptığı görüntü yönetmeni Morten Søborg ile bir araya geliyor bir kez daha. Filmi ise Çek Cumhuriyeti’ndeki ucu Çek Yeni Dalgası’na kadar uzanan 20 yıldır ise Hollywood’un uğrak noktasına dönüşen Barrandov Stüdyoları’nda çekmiş. Açıkçası Ron Rash’in romanından uyarlanan eser, tekrar çekimleri yapılmaması ve “Düzenbaz”la (“American Hustle”, 2013) çarpışması sebebiyle bir yılan hikayesine dönüştü. “Serena”nın bugünlerde vizyona girmesi bile bir şans olarak görülüyor.

        WESTERN’E ALIŞIK OLMADIĞI BİR FEMİNİST DAMAR

        Ama Bier’in 30 milyon doları bulan bütçenin hakkını verdiği söylenebilir. Western tarihinin geçiş döneminde çekilmiş izlenimi bırakan “Serena”, Peckinpah’ın “İz Peşinde”si (“Ride The High Country”, 1962) ile John Huston’ın “Uygunsuzlar”ı (“The Misfits”, 1961) arasında bir köprü kuruyor. Peckinpah’ın şiddet ve seksi içeriye iliştirme arzusuyla yaptığı revizyonu, türün damarlarındaki romantizm ivmesiyle çarpıştırıyor.

        Fakat ‘kovboy filmleri’ndeki anti-feminist kadın tanımlarından uzak duruyor. Hafifmeşrep, ötekileştirilen kadınlardan biri yok karşımızda. Serena, geçmişte yaşadığı hüzünlü bir olay sebebiyle sırlar taşıyan, bunun uzantısıyla da çocuk yapamayacak hale gelen bir erkek egemen Amerikan toplumu mağduru. Belki de eski Vahşi Batı’nın zalimliğini, çektirdiği acıları üzerine alıyor. Günümüzde artan (bkz. “Kestirme Yol”, “Kötü Kızlar”) feminist western’lerde (geriye gidersek 1954’te çekilen “Johnny Guitar” karşımıza çıkar) görülen erkeksi kadın kimliği ise hiç kullanılmıyor.

        DOGMA ESTETİĞİYLE ÇEKİLMİŞ KOVBOY FİLMİ

        Susanne Bier, Peckipah’ın western’le ilişkisini Büyük Bunalım döneminin göbeğine yerleştirip, türün eskimiş sanat yönetiminden uzak duruyor. Bunun üzerine ise kendi görüntü yönetmeninin katkısıyla genel planları bir çırpıda yerleştirip öne sallanan kamerayı koyuyor. El-omuz kamerasının hareketleri yakın planların yoğunluğuyla draması güçlü bir romantik western örneğini tatmamızı sağlıyor. Dogma estetiğini, maço kültürüyle boğuşan, eskimiş bir türe enjekte ediyor. “Serena”, melez yapısıyla 30’larda kadın kitle için furya haline gelen ‘siyah-beyaz melodram’ örnekleriyle de bir yarışa giriyor sanki. Gerçekçilik oranı ve melez yapısıyla bu bütünden ayrılıyor.

        Bir anlamda Peckinpah’ın ilk dönemindeki yaklaşım önümüzde canlanıyor. Bier’in melodramla tehlikeli ilişkisi bazı anlarda dalga geçilecek diyaloglarla sarılıp ağlatma hamlelerinin sıradanlığıyla itici dursa da bunlar ülkenin doğusunda geçen acımasız western doğasının içinde sırıtmıyor. Aksine ‘sakinleştirici bir pansuman’ izlenimi bırakıyor.

        JENNIFER LAWRENCE’IN SERENA PORTRESİ ETKİLEYİCİ

        “Serena”, 70’lerde yeşeren ‘revizyonist western’ alt türüne bağlanmak için yanıp tutuşurken Büyük Bunalım döneminin göbeğinde geçmişteki sırlarla boğuşma, düşük yapma ve çekirdek aileye dönüşememe gibi sıkıntıları bir aile tablosu üzerinden yorumluyor. Aşkın acımasızlığına odaklanırken, akıcı kurguyla alınmış iki seks sahnesiyle de tutkunun, etkileşimin adını koyuyor.

        Jennifer Lawrence’ın ayakları üzerinde duran Serena portresi etkili gözükürken, Ryhs Ifans ve Toby Jones da rollerine uyuyor. Dağın tepesindeki duman altında kalan muğlak görüntü, bu dünyadan uzaklaşmış ‘vahşi belde’yi öylesine vurucu kılıyor ki son kalemde sinema salonunu hasarlı terk ediyorsunuz.

        FİLMİN NOTU: 6.5

        Künye:

        Serena

        Yönetmen: Susanne Bier

        Oyuncular: Bradley Cooper, Jennifer Lawrence, Toby Jones, Rhys Ifans

        Süre: 109 dk.

        Yapım yılı: 2014

        HAMİLELİK, YASAK İLİŞKİ VE SAHİL

        Türk sahillerinde Amerikan bağımsız sinemasının karakter draması geleneğini, tüm sahiciliğiyle akla getirirken dikkat çeken bir ilk film. “Deniz Seviyesi”, hamilelik, geçmiş, yasak ilişki, evlilik gibi temaları “Sherrybaby”i akla getiren bir yapıyla onarıyor. Özellikle Damla Sönmez’in performansıyla da dikkat çekiyor.

        Nisan Dağ-Esra Saydam ikilisi sinemamızda Amerikan bağımsız sinemasını seven ender isimlerden... Bu konuda belki ilk bakışta Mahmut Fazıl Coşkun deriz, ama başkası akla gelmez. Ama onun da geleneği Jim Jarmusch ve Sofia Coppola gibi bambaşka damarlara kayıyor. “Deniz Seviyesi”, yasak ilişki, geçmiş, hamilelik, evlilik gibi konuları elekten geçirirken ‘karakter draması’ kıyafeti giyiyor.

        SÖNMEZ Mİ, GYLLENHAAL MI?

        O damarın aktif olduğu noktada, sinemaskop oranında Cassavetes odaklı bir omuz-el kamerası geleneği benimseniyor. Damla’nın, 26 yaşında ABD’de çocuk sahibi olma arifesindeki konumu, bir anlamda geçmişinin sırlarını açığa çıkarıyor. Kocası ile eski kasabasına, Ayvalık’a gelen kadın, geçmişte yaşadıklarını fazlaca hatırlatıyor. Bir başka hamilelik olayına kadar gidiyor. Unutulmuş ama iz bırakmış gerçekleri ziyaret ediyor.

        Hamile kadın portresi biraz “Sherrybaby”nin (2006) Maggie Gyllenhaal’ı gibi. Damla Sönmez de onun sahne kimliğindeki ayakları üzerinde duran kadın portresini ayağa kaldırıyor. Film bu dehlizlerde dolaşıp kendine samimi bir yer arıyor. Yakın planların, amors planların yetkinliğiyle ilerliyor. Oyunculara bel bağlıyor.

        ‘DENİZ SEVİYESİ’NDEKİ İNSANLAR

        Açıkçası video yüzü olarak anılabilecek Amerikalı oyuncu Joseph Fishel, her sahnede bu samimiyeti bozuyor. Ama Damla Sönmez gerçekten tepeden tırnağa, bir karakterin hüzünlerini ve neşelerini çok iyi yansıtmış. Adeta Damla’yı yaşamış. Bu da filmi düzlüğe çıkarıyor. Rejiye görsel anlamda hakimiyet, doğal ışık ve doğal renklerin ‘sahil’e ruh aşılaması değerli. Filmin inandırıcılığını arttıran, dalga seslerinin ve müziklerin anlam kazanmasını sağlayan ana unsur sanki…

        Böylece “Deniz Seviyesi”ndeki yaşamlar işi yasak ilişki mizansenine kadar götürürken Amerikan-Türk kültür farkları da bir başka konu. Ama esasen bu durumun evlilik, hamilelik ve yasak ilişki üzerinden sahil fonunda canlanmasını izliyoruz. Kocanın gözü dışarıda hali fazlasıyla belirginken saklı sırlar da buna destek veriyor.

        Karakterler ve diyaloglar iyi yazılmış. 26 yaşındaki hamile kadın portresi en az “Juno”nun (2010) genç kadını kadar iyi tertipleniyor. Sanki John Hughes ya da Cameron Crowe’un sıcakkanlı olgunluk dönemi açığa çıkıyor. Onların filminde oynayan Gyllenhaal’u izlemiş gibi hissediyoruz kendimizi. Samimiyet de büyük oranda Amerikalı oyuncu hariç tesir ediyor.

        Nisan Dağ ile Esra Saydam, bir erken dönem evlilik portresindeki heyecan arayışını, gençliği yaşama arzusunu yansıtıyorlar. Kültürlerarası fark ile çözülemeyecek duygusal bağları keşfe çıkıyorlar. Böylece sinemamızda kadın temsili adına doğru bir varoluş sürecini analiz ediyorlar. Deniz seviyesindeki insanların boğulmak ile canlı kalmak arasındaki gelgitlerini resmediyorlar.

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Deniz Seviyesi

        Yönetmen: Nisan Dağ, Esra Saydam

        Oyuncular: Damla Sönmez, Ahmet Rıfat Şungar, Jacob Fishel, Brittany Angley, Sanem Öge

        Süre: 105 dk.

        Yapım yılı: 2014

        SİLİNMİŞ SAHNELERİ SORDUK MU?

        2000’lerin en başarılı komedi filmlerinden “İnşaat”, “Gemide” ile birlikte sinema tarihimizin yapraklarında ‘hatırı sayılır kara komedi becerisi’ olarak anılacak. Ancak her filmin devamını çekmek şart değil. Burada da “On Yılda Bir: İnşaat 2”, büyük oranda sevilen orijinal filmin silinmiş sahnelerinden oluşan bir ‘filmimsi’ izlenimi bırakıyor.

        Devam filmlerinde başarıya ulaşmanın sırlarını ayrıca analiz ederiz. Ama Ömer Vargı’nın “İnşaat”ı (2004) aradan geçen 10 senenin ardından belli ki eskimiş, güncelliğini, dirayetini, eleştirel gücünü, kalitesini kaybetmiş. Zira burada “On Yılda Bir: İnşaat 2”nin (2014) zamanla komedinin seviyesiz tarafına meylettiği görülüyor.

        BU ‘İNŞAAT’ SÜRECİNDE TUĞLA BİLE YOK

        Esas mesele, cinsiyetçi espriler, üstünkörü yan karakterler, sürekli sallanıp ne yaptığını bilmeyen kamera değil. Aksine karşımıza çıkarılan bütün sahnelerin, sanki ilk filmin silinmiş sahneleri niyetine üst üste bindirilmiş durması. Emre Kınay ile Şevket Çoruh, o zamanlar çok can yakan bir komedi ikilisine dönüşebilirdi. Eğer “İnşaat”ın üzerinden fazla zaman geçmeden bir devam filmi ürese bu tespitin üzerine gidebilirdik. Ama aradaki zaman farkı 10 seneye çıkıp, o zaman ilkokula giden çocuklar şimdi üniversite öğrencisi olunca bir jenerasyonu yakalamak da zorlaşıyor.

        İkinci ‘inşaat’ sürecinde tuğlaları üst üste dizmek için bile çabalanmıyor. Sadece kolaylıkla bir sahilde ucuza halledilmiş, bütçesine göre planlamış bir ‘artık proje’ karşımıza çıkıyor. 118 dakikalık sürenin trajikliği bu bütüne katkı yaparken, Şehsuvar Aktaş, Tuncay Beyazıt, Yeşim Büber, Bülent Kayabaş gibi geri dönüşler ‘yüzleri’ dışında kalıcı olamıyor.

        Yine aynı düzeni kurmaya doğru giden ve nereden geldiği belli olmayan cesetleri gömen tiplemeler, ‘büyü’ ile haşır neşir izlenimi bırakıyor. Buradan da karşımıza süresi zoraki uzatılmış karton bir kara komedi çıkıyor. Aranan komedi ikilisinin Ahmet Kural-Murat Cemcir olduğu bir dönemde “On Yılda Bir İnşaat 2” anlamını yitiriyor.

        FİLMİN NOTU: 2.9

        Künye:

        On Yılda Bir İnşaat 2

        Yönetmen: Ömer Vargı

        Oyuncular: Şevket Çoruh, Emre Kınay, Yeşim Büber, Bülent Kayabaş

        Süre: 118 dk.

        Yapım yılı: 2014

        PARA AKIŞI SAĞLAMA ADINA

        Brooklyn’in suç dünyasına Yabancı Dilde En İyi Film dalında Oscar’a aday olan çarpıcı suç draması “Boğa”nın yönetmeni Michaël R. Roskam’ın gözünden bakan bir eser… “Kirli Para”, o coğrafyayı turist niyetine gözlemlerken entrikayı sıradanlaştırma ve oyuncuları önümüze atıp kaçma gibi zaaflara sahip. Böylece Lehane uyarlamaları içinde “Gizemli Nehir”in tartışmasız birinciliği değişmiyor.

        Denis Lehane, “Gizemli Nehir” (“Mystic River”, 2003) ve “Kızımı Kurtarın” (“Gone Baby Gone”, 2007) gibi ortaya bir suç olayını yerleştirip, onun etrafını karakter draması gerekleriyle ören filmlerin romancısı olarak biliniyor. Yazar, “Kirli Para”da (“The Drop”, 2014) da saygı duyulan benzer bir örgünün peşinde.

        BELÇİKA KIRSALINDAN BROOKLYN’E

        Yönetmenlik koltuğunda merkezine büyükbaş hayvancılığı yapan bir çiftçiyi alan, Flemenkçe çekilmiş “Boğa”nın (“Rundskop”, 2011) arkasındaki isim var. Belçikalı Michaël R. Roskam, üç sene önce çektiği ilk filminde Jacky’nin et ticaretine girip kolunu yeraltı dünyasına kaptırmasıyla yaşadıklarına odaklanarak güçlü bir esere imza atmıştı. Ülkesinin kırsalında, Limburg’ta doğan entrikalara, suçla gelen ceza mekanizmasına dikkat çekmişti. Hem başrol oyuncusu Matthias Schoenaerts’a, hem de kendisine Hollywood kapılarını sonuna kadar açmıştı.

        Ama orada ana karakterin üzerine psikolojik açıdan giden, sallanan kamerayı da kullanan reji, odak kaydırmalarla da bir ruh hali tablosu yaratmıştı. Adeta kafası gidik, öte dünyanın arifesinde bir zihni, sinemaskop (2.35:1) oranında korkutucu bir yakın temasla izlemiştik. Burada ise sabit açılarla ilerleyen, orta ve boy planlarla örülü bir anlatı var. Brooklyn’in barlarının içyüzü önümüze seriliyor. Sıradan bir barmenin, suç dünyasının içine çekilmesi ana mesele…

        ANA DİLİNDE FİLM ÇEKMEK HER ŞEY Mİ?

        Tom Hardy’nin canlandırdığı Bob, kuzeni Marv (Galdolfini) ile el ele verince de aslında ailenin çıkmaz sokağa girmesi ele alınıyor. Damlayan paranın haddi hesabı olmadığı bu kirli dünya, bir soygunla birlikte bu ikilinin üzerine çöküyor. Oradan uzaklaşmak ise göründüğü kadar kolay değil.

        Açıkçası Roskam iyi bir yönetmen olsa da burada Niels Arden Oplev’in “İntikam Benim” (“Dead Man Down”, 2013) örneğinde olduğu gibi ruhsuzluktan çekmiş. Özellikle orada Farrell’da gördüğümüz zaaflar, “Kirli Para”da da Hardy’de karşımıza çıkıyor. Avrupa kültürüyle bağ kurma zorunluluğu sonuç vermiyor. Noomi Rapace’ın katkısı fazla hissedilmezken, Gandolfini’nin nerede nasıl oynayacağını şaşırmasıyla birlikte yakın planları alınırken hazırlıksız yakalanması gibi tuhaf şeylerle yüzleşiyoruz.

        TÜM DENNIS LEHANE UYARLAMALARININ GERİSİNDE

        Yönetmen yanına kendi görüntü yönetmenini alsa da İngilizce suç dramasında becerikli olamıyor. Lehane’in “Gizemli Nehir” uyarlamasının da “Zindan Adası” (“Shutter Island”, 2010) uyarlamasının da gerisinde kalıyor. Sadece sosyal sorumluluk projesi niyetine şekillenen “Kızımı Kurtarın”la çekişebilir.

        Kubrick’in “Son Darbesi”ni (“The Killing”, 1956) akla getiren numaralar biraz fazla siyah-beyaz donukluğu içeriyor. Roskam, burada 1.85:1 formatında iki renkli çekim yapmış da bunu sonradan renkliye dönüştürmüş izlenimi bırakıyor.

        FİLMİN NOTU: 4.4

        Künye:

        Kirli Para (The Drop)

        Yönetmen: Michaël R. Roskam

        Oyuncular: Noomi Rapace, Tom Hardy, James Gandolfini, Matthias Schoenaerts, John Ortiz, Ann Dowd

        Süre: 106 dk.

        Yapım yılı: 2014

        İSTANBUL’DAKİ KAVUŞMALAR ÜZERİNE

        Hüseyin Karabey’in 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesi olarak ürettiği yedi yönetmenli “Unutma Beni İstanbul”, aranan antolojik İstanbul filmi değil. Aksine “Anlat İstanbul”u tekrar izleme arzusu yaratıyor.

        Sinema tarihinde şehirlere adanan antolojik filmlerden haberdarız. Ama ülkemizin de bu konuda bir ihtiyacı var dediğimizde geri çekiliriz. Açıkçası TMC’nin yapımcılığındaki 2005 tarihli, beş yönetmenli Ümit Ünal projesi “Anlat İstanbul” bu konuda birçok boşluğu doldurmuştu. Film, masallardan beslenen zeminiyle de tarihsel açıdan değerli bir yere oturup çığır açmıştı.

        TEK FİLMDE İYİ YÖNETMEN OLUNMUYOR

        Hüseyin Karabey’in Sevilay Demirci ve Emre Yeksan’la birlikte yapımcılığını üstlendiği “Unutma Beni İstanbul” (2011), İstanbul zemininde kavuşma öykülerine odaklanıyor. Farklı ülkelerden, etnik gruplardan bireyleri bu metropolde buluşturuyor. Yedi yönetmenin imza attığı kısa filmler, aslında biraz aceleye getirilmiş hissi yaratıyor. Hany Abbu-Assad ve Aida Begic dışındaki yönetmenler özenle seçilmemiş. Tek filmle anlık yükseliş ana kıstasa dönüşmüş.

        “Love and Other Crimes” (“Ljubav i Drugi Zlocini”, 2008), “Mavi Saat” (“The Blue Hour”, 2007), “Like Chef, Like Son” (“Einai o Theos Mageiras?”, 2004),

        “Go with Peace Jamil” (“Gå Med Fred Jamil - Ma Salama Jamil”, 2008) gibi etkileyeni etkileyen ama çabuk unutulan filmlerin Sırp, Ermeni, Yunan ve Danimarkalı yönetmenleri seviyelerini ortaya koyuyor. Sanat sinemasındaki değer sorunu, “Unutma Beni İstanbul”u da kalitesini düşüren ana unsur.

        Film, uluslararası bir proje olduğundan birçok festivali dolaşsa da “Vaat Edilen Cennet” (“Paradise Now”, 2005) ve “Kar” (“Snijeg”, 2008) ile parlayan Abbu-Assad ve Begic gibi gerçek yeteneklerin dışında bir hatırlanma ihtimali taşımıyor. 2010 Avrupa Kültür Başkenti platformunun desteğiyle üreyen birçok proje gibi ‘har vurup harman savurdular bakanlığın parasını’ cümlesine saplanıp kalıyor.

        FİLMİN NOTU: 3.5

        Künye:

        Unutma Beni İstanbul

        Yönetmen: Hany Abu-Assad, Stefan Arsenijevic, Aida Begic, Josefina Markarian, Eric Nazarian, Stergios Niziris, Omar Shargawsi

        Oyuncular: Ali Suliman, Hiam Abbass, Belçim Bilgin, Mira Furlan, Alma Terzic, Volga Sorgu, Mert Fırat, Derya Durmaz, Ayça Damgacı

        Süre: 117 dk.

        Yapım yılı: 2011

        ‘OLUR OLUR!’U DÜN YAZMIŞTIM

        Saf ve ana kuzusu Ali’nin, şöhret basamaklarını çıkıp şarkıcı olma arzusuna, cinsel gücü arttıran bitkisel karışımlar satan bir yaşam koçuyla enerji katan, herkesi bir yerinden yakalayacak özel bir yerli komedi filmi… “Olur Olur!”, akıcı kurgusundan capcanlı müziklerine kadar tüm ambalajıyla seyircisini bir kere kavradı mı bir daha bırakmıyor. Komedide ekip ruhunu zirveye çıkarırken Alper Kul ve Şinasi Yurtsever’in döktürdüğü karakterlerle hedefi tam 12’den vuruyor.

        “Pek Yakında” ile birlikte yılın en başarılı ve kaliteli komedi filmi “Olur Olur!”un dün yazdığım eleştirisi için tıklayın

        FİLMİN NOTU: 5.5

        Künye:

        Olur Olur!

        Yönetmen: Kerem Çakıroğlu

        Oyuncular: Alper Kul, Şinasi Yurtsever, Ozan Buldu, Ayça Varlıer, Selin Yeninci, Aylin Kontente, Taner Ergör, Yılmaz Gruda, Ayten Uncuoğlu, Mehmet Özgür

        Süre: 109 dk.

        Yapım yılı: 2014

        KEREM AKÇA’NIN VİZYON FİLMLERİ İÇİN YILDIZ TABLOSU

        Açık Pencereler (Open Windows): 5.5

        Adalet (The Equalizer): 6.5

        Annabelle: 4.1

        Aşk Tarifi (The Hundred-Foot Journey): 3.3

        Balık: 4.3

        Ben O Değilim: 5.5

        Birleşen Gönüller: 4.5

        Böcek: 4

        Çilek: 3.5

        Dabbe Zehr-i Cin: 4.5

        Delisin Delisin!: 1.6

        Dracula: Başlangıç (Dracula Untold): 6.3

        Dünyada 20.000 Gün (20.000 Days On Earth): 4.5

        Eğer Yaşarsam (If I Stay): 5.1

        Evrim (Transcendence): 5.8

        Fury: 6

        Hay Way Zaman: 3

        İncir Reçeli 2: 3.7

        Kanunsuzlar: 3

        Kaset İşi (Sex Tape): 6.1

        Kayıp Kız (Gone Girl): 8.5

        Körlük (Blind): 6.7

        Kutu Cüceleri: Yaratıklar Aramızda (The Boxtrolls): 5.5

        Labirent: Ölümcül Kaçış (The Maze Runner): 7.7

        Monako Prensesi Grace (Grace of Monaco): 5.5

        New York’a Hoşgeldiniz (Welcome to New York): 6.7

        Oflu Hoca’nın Şifresi: 3.8

        Ölümcül Oyun (Good People): 3.5

        Pek Yakında: 5.7

        Pompeii: 5.8

        Prens (The Prince): 1.7

        Seçilmiş (The Giver): 7

        Siccin: 4

        Sihirli Ay Işığı (Magic in the Moonlight): 3.8

        Sivas: 6.5

        Sokak Dansı 5: Rüya Takımı (Step Up All In): 5.4

        Şeytan Tepesi (Gallows Hill): 2

        Temmuz Soğuğu (Cold in July): 4.8

        Unutulmaz Aşk (Best of Me): 3.2

        Unutursam Fısılda: 4

        Yargıç (The Judge): 4.5

        Not: Yıldızlar, 10 üzerinden verilmektedir.

        Diğer Yazılar