Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Din ve vicdan özgürlüğü bir insan hakkıdır, ama aynı zamanda yasalarla düzenlenmesi de gerekir. Çünkü bugün bile teokratik ve otokratik rejimler bu hakkı tanımamaktadırlar. Din ve vicdan özgürlüğü, bütün diğer insan hakları gibi tamamen bireysel bir haktır. Bireysel bir hakkın cemaatler, mezhepler, tarikatlar veya benzer başka topluluklar bağlamında düzenlenmesi, birey tercihlerini dışta bırakacağı ve bireyin kendine ait haklarının kullanılmasını engelleyeceği için, demokratik bir rejimde akıldan bile geçirilmemesi gereken bir özgürsüzlük alanı yaratacaktır.

        Din ve vicdan özgürlüğü, bireyin istediği din veya mezhebe mensup olma hakkını olduğu kadar, inancını değiştirme veya inanmama hakkını da aynı ağırlıkta kapsar. Yani sonuçta birey, bir dine kendi iradesiyle girer veya girmez. Eğer girerse, o dini istediği gibi anlar, ibadetini istediği gibi yapar veya yapmaz, bütün bunlar tamamen onun bileceği işlerdir. Çünkü din ve vicdan özgürlüğü, laiklik ilkesinin ortaya koyduğu ve uzun mücadeleler sonucu hayata geçirdiği bir haktır. Açıkçası laiklik olmazsa din ve vicdan özgürlüğü de olmaz. Nitekim, laiklik ilkesinin geçerli olmadığı siyasal rejimlerde resmi bir din bulunmakta, kurallar onun doğrultusunda belirlenmekte, farklı inanç veya inançsızlıklar bu egemen konuma tabi olmak zorunda kalmaktadırlar. Bu gibi rejimlerde din ve vicdan özgürlüğü yoktur.

        Buna karşılık laiklik, devletin bütün inanç ve inançsızlıklara eşit uzaklıkta durması, hiçbirini kayırmaması ve hiçbirine engel olmamasıdır. Fakat Anayasasında laik olduğu belirtilen ülkemizde bu konuda herkesin kafası karışık. Bu durum en çok “başörtüsüne özgürlük” tartışmalarında kendini belli ediyor. Laik bir ülkede asla olmayacak bir kurum olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yalnızca Sünni-Hanefi yurttaşları temsil etmesinin, gene laik bir ülkede asla düşünülemeyecek olan İmam Hatip Liselerinin yalnızca Sünni-Hanefi inanç doğrultusunda eğitim yapmalarının ve daha birçok unsurun gösterdikleri üzere, Türkiye’de aslında resmi bir din vardır. Bu yüzden, örneğin Alevi yurttaşlarımız “kadınların başörtüsü takma zorunluluğu” gibi bir hüküm uygulamadıkları halde, bu örtülü resmi dinin varlığı nedeniyle, başörtüsü “İslamın emri” olarak sunulmaktadır. Ve böylece dinin bireysel bir kabul olduğu ilkesi çiğnenmekte, Sünni-Hanefi inancına uymanın bir zorunluluk olduğu dayatılmaktadır.

        Kendi söylemine göre “laikliği korumak için hep mücadele vermiş olan ve halen de veren” CHP, Türk tipi laikliğin içinde kalarak aslında bu örtülü resmi dini savunduğunu ve gerçek laikliğin yerleşmesini engellediğini fark edememektedir bile. Nitekim CHP Bilim Yönetim ve Kültür Platformu başkanı Sencer Ayata, Türkiye’nin önde gelen sosyologlarından biri olmasına rağmen, “başı örtme şeklinde ya da şekil çeşitlemesinde bir mutabakat sağlanabilir… Saçı hiç göstermeden kapanma, örtme acaba İslamiyetin bir koşulu mu? Bu konuda din adamlarının görüşleri alınabilir” dedi.

        Yani bireysel dolayısıyla özel alana ve bireysel tercihlere ilişkin bir konuda siyaset kurumunun hatta devletin belirleme yetkisinin olduğunu iddia etmiş oldu. Bu, totaliter bir bakıştır. Yurttaşların ne giyeceklerine, nasıl giyineceklerine kimse karışamaz. Ayata, bundan daha beterini de yaparak, başı örtme biçimi hakkında siyasetin “belirleme yetkisi” olduğunu ileri sürdü. Ne yani, bağlamak isteyen kadınların başlarını nasıl bağlayacaklarını devlet mi belirleyecek? Eğer böyle bir şey olursa, bunun adı teokrasidir.

        Nihayet, devletin dinle hiçbir temasının olmamasının gerektiği çok iyi bilinmesine rağmen, “ulemaya soralım”, “din adamlarına sorulabilir” dedi. Hayır sorulamaz! Çünkü öncelikle İslam’da din adamı yoktur. İkincisi, olsa bile, özel alana ait kişisel bir konuda devletin karar alma hakkı olmadığı gibi, laik bir ülkede “din adamları” hiçbir konuda muhatap alınamaz.

        “Laikliğin muhafızı” CHP, laikliğin mezarını daha da derinleştirmeye devam ediyor.

        Diğer Yazılar