Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Nisan ayı içinde Paris sokaklarında gezerken, büyük alışveriş merkezlerinin önünde, müzelerin kapısında, turistlerin gezdiği muhitlerde, kalabalık parklarda ellerinde ağır silahlarla Rambo kılıklı komandoları görünce şaşırmış, bu tuhaf askerlerin bu ağır silahlarla sivil halkın arasında neden dolaştığını, bu hallerini hiç kimsenin tuhaf karşılamamasını, sanki kırk yıldan beri o komandoların o muhitlerde görev icra ediyormuş gibi durmalarını, askeri darbeler görmüş, askeri vesayetten çok çekmiş, her olağanüstü durumda benzer askerlerin sokaklarına çıktığı bir ülkeden gelmiş birisi olarak, özgürlüklere müptela, askeri kamusal alandan uzaklaştırmış, sivil düşüncenin anayurdu olan Parislilerin benim kadar şaşırmamış olmasına şaşırmış, yanımdaki karıma, “Bunlara benzer görüntüler bizim ülkemizde olsa, hep birlikte zaten olmayan demokrasimizin nasıl rafa kaldırıldığını bağıra bağıra şimdi bize hatırlatıyorlardı” dedim.

        İsveç gibi bir ülkede büyümüş karım da hak verdi bana.

        Bir hafta boyunca gittiğimiz her yerde ağır silahlarla donanmış o ürkütücü komandolar eşlik etti bize.

        *

        Bu komandolar “sahaya inmeden” birkaç ay önce Fransa büyük bir terör saldırısına sahne olmuştu.

        Devlet Başkanı futbol stadından yönetim sarayına gidinceye kadar yolda, arabanın içinde “olağanüstü hal” ilan etmiş, bir yığın “demokratik hakka” sınırlama getirmişti.

        Bu duruma muhalefet sesini çıkarmamış, basın desteklemiş, sosyal medyada birtakım zıpırlar çıkıp, ülke güvenliğini ilgilendiren bu uygulamalara, “Saray gladyosunun halkın ensesinde boza pişirmek için” başvurduğunu söylememişti.

        Önce güvenlik, sonra özgürlük ilkesi kendini dayatmış, özgürlükle güvenlik dengesi kendiliğinden kurulmuştu.

        *

        Biz ise şerbetli bir toplumduk.

        Fransa’nın başına gelen olayın iki üç benzeri daha önce başımıza gelmişti. Ama hükümetin aklına olağanüstü hal ilan etmek, sıkıyönetime başvurmak, yurttaşların özgürlüklerini güvenlik gerekçesiyle askıya almak gelmemişti.

        Bunu isteyenler yok muydu? Vardı elbet ama terörün amacı “güçsüzlüğü bir güce dönüştürmek” değil miydi zaten?

        Terör aslında bir güçsüzlük gösterisidir, onun güçsüzlüğüne karşı kendini güçsüz duruma düşürerek destek olmanın anlamı var mıydı?

        Uzun yıllar terörle savaşmış, terör varken bir yandan da hayatın varlığını unutmamak üzerine politika geliştirmiş bir ülke ile neredeyse uzun yıllardan sonra ilk defa bu çapta bir terör saldırısıyla karşılaşan “acemi” ülkelerin davranışları elbette birbirine benzemeyecektir.

        *

        Onlarda havaalanında bomba patlar, havaalanı 12 gün kapalı kalır.

        Bizde aynı şey olur, 5 saat sonra havaalanında hayat normale döner.

        Onlarda terör yüzlerce can alır, alışveriş durur, lokantalar boşalır, devlet işleri kilitlenir.

        Bizde aynı şey olur, lokantalar daha çok dolar, düğünler devam eder, büyük yatırımların açılış törenleri planlandığı gibi yürür.

        Onlara teröristler saldırır, bütün toplum iktidarı muhalefeti, basını, aydını yek vücut olur.

        Bizde aynı şey olur, muhalefeti, birtakım basını, okumuş yazmışı, aydını hemen devletin karşısına geçer, teröristin eylemine bir gerekçe arar.

        Onlarda terör saldırısı olur, hemen hayata kısıtlama getirilir, olağanüstü hal ilan edilir, Rambo kılıklı askerler sokağa iner, bunu herkes normal karşılar.

        Bizde terör örgütü kasabaları ablukaya alır, damlara Doçka yerleştirir, hendek kazar, savaş başlatır; buna karşı güvenlik kuvvetleri askeri devreye sokmadan polis ve jandarma güçleriyle harekete geçer; bu kez aynı ülkeler ve onlar gibi düşünen yerli işbirlikçileri hemen ayaklanır, devlet teröründen şikâyet eder, terör örgütünün yanına geçerek devletin ne kadar zalimce davrandığını dünya âleme ilan eder.

        *

        Onların teröre karşı aldığı her türlü önlem “uygar dünyanın” gözünde meşrudur. Bizim hiçbir eylemimiz “meşru” görülmez.

        Kendi ülkesinden çok örneğin Fransa’yı seven bizim yerli aydınlarımızın gözünde de bu durum böyledir.

        Çünkü hepsinin bedeni burada, beyinleri ise oradadır.

        Çoğu kendini bu ülkede “yabancı” hisseder. Hepsinin dedesi birer “Dük”tür sanki!

        Diğer Yazılar