Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        2010 yılının kışı olmalı. “Gülen Hareketi” adlı kitabının Türkiye’de yayınlanması vesilesiyle İstanbul’a gelen kitabın yazarı Helen Rose Ebaugh’ı basınla tanıştırmak üzere Yazarlar Vakfı bir toplantı tertip etmiş, beni de çağırmışlardı.

        Taksim’de bir otelde yapılan toplantıya Türkiye’nin önde gelen gazeteci ve yazarları katılmıştı.

        Ben de bir yer bulup oturdum. Sağ yanımda tanımadığım biri oturuyordu, onun hikâyesine sonra geleceğim.

        Houston Üniversitesi öğretim üyesi olan Profesör Ebaugh, kitabının yazılış serüvenini anlatmaya başlayarak girdi söze. O gün kitap olarak çıkan “Gülen Hareketi”ni bir tez konusu olarak seçmişti.

        Üniversiteye ilk başvuru yaptığında, Türkiye’de bürokrasiden iş alanına kadar her yere egemen olan bir “dini cemaati” çalışmak istediğini söylemiş, önerisi “Bizde bunlardan çok var” denilerek hemen reddedilmiş.

        İkinci kez, “Bu cemaatin, dünyanın her tarafında okulları var” demiş, birkaç argüman daha eklemiş, yine reddedilmiş.

        Üçüncü seferde ise aklına o zamana kadar gelmeyen bir argüman gelmiş; bu kez başvurusunu yaparken, “Bu cemaatin bankası var” demiş.

        “Ne? Dini bir cemaatin bankası mı var?” demiş üniversite senatosu, “Hemen çalışmaya başla”.

        Kadın işe öyle başlamış.

        Sonraki serüvenini anlatırken, sağ yanımda oturan adam benimle konuşmaya başladı.

        Aslen Malatyalıymış. Fransa’da tekstil işi yapıyormuş. 300 işçi çalıştıran bir fabrikası varmış ve oldukça zenginmiş.

        Sırf bu toplantıya katılmak ve kitabın yazarıyla tanışmak için Fransa’dan kalkıp gelmiş. Cemaatin aktif bir üyesi olduğunu söyledi. Ben de boş bulundum, pat diye sordum:

        “Sizin gibi bir işadamı, yılda gelirinin ne kadarını harekete bağışlıyor acaba?”

        Baktım adamın saklayacak bir şeyi yok, yekten, “Ben yüzde 30’unu veriyorum” dedi. “Sanırım diğer arkadaşlar da öyle.”

        “Peki bu meblağ ne kadardır?” dedim.

        “Çok” dedi. Tam rakamı öğrenmek için ısrar edecekken yeni bir bilgi verdi:

        “Benim gibi işadamı çoktur. Bizler, her gece başucumuza en az 10 bin dolar nakit para koyar, öyle uyuruz. Gecenin bir saatinde bir telefon gelir, birisi gelir o parayı alır, gelenin kimliğini sormayız, paranın nereye gittiğini de... Bu cemaat böyle ayakta duruyor.”

        ***

        Daha sonra bu “postmodern Haşhaşi terör örgütü” üzerine düşünürken, Amerikalı profesörün anlattığı “banka” anekdotu ile Fransa’da iş kurmuş Malatyalı Kürt işadamının anlattığı “10 bin dolar nakit para” hikâyesi hiç çıkmadı aklımdan.

        Sahiden dini bir cemaatin neden “bankası” olur? Bankası olan bir “terör örgütü”, her şekilde kullanılabilir bir örgüt demektir. Bunun böyle olduğunu Amerikalılar bildiği için mi Abdullah Öcalan’ı Türkiye’ye verdikleri sene, Fethullah Gülen’i Pennsylvania’ya götürdüler dersiniz?

        “Üst akıl nerede?” diye soranlara... Alın size “üst akıl” işte!

        ***

        Aklımdan çıkmayan ikinci bir anekdot da şöyle:

        Bu kez tarih 2011’in Mart’ıydı. PKK bir bildiriyle benim de aralarında bulunduğum birkaç Kürt aydınını ölümle tehdit etmişti. Bunun üzerine İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürü telefon edip koruma vermek için beni emniyete çağırmıştı.

        Bir cumartesi günüydü. Randevuya 10 dakika erken gitmiştim. Terörle Mücadele Şube Müdürü ile İstihbarat Daire Başkanı 10 dakika gecikerek birlikte geldiler yanıma. (Şu anda ikisi de Silivri’de yatıyor.)

        İkisi de terliydi ve burunlarından soluyorlardı. Tanışma faslından sonra, “Şu iki dangalak gazeteciyi mahkemeye göndermekle uğraşıyorduk, onun için geç kaldık, kusura bakma” dediler bana.

        Ben de, “Hangi dangalak gazeteciler?” dedim.

        “Ahmet Şık ile Nedim Şener” dediler.

        “Onların Ergenekon’la ne alakası var, ikisini de tanıyorum” dedim.

        “Salaklar Ergenekoncu olduklarını bilmiyorlar” dedi İstihbarat Daire Başkanı.

        “Nasıl, insan ne olduğunu bilmez mi?”

        “Bilmez, bunların ikisini de kafalamışlar. Nasıl bir şeytani örgütle karşı karşıya olduğumuzu anlayın artık.”

        “Onları neden mahkemeye gönderdiniz ki? İkisini de savcı şimdi bırakır, keşke siz bıraksaydınız” dedim.

        İstihbarat Daire Başkanı gayet sert bir tonda, “Benim ‘Tutukla’ dediğimi savcı serbest bırakabilir mi?” dedi bana.

        “Ama nasıl olur, siz polissiniz?” dedim.

        Güldü.

        ***

        Ondan sonra her, “Nedir bu FETÖ denilen şey?” sorusuyla karşılaştığımda, yaşadığım bu iki hadise geldi aklıma.

        Diğer Yazılar