Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Felaketler bazen toplumları bazen de bireyleri vurur. Bazen tabiattan gelir insana, bazen de insandan insana… On beş gün önce yaşadığımız büyük felaket, teker teker fertlerin değil, Türkiye’de yaşayan hepimizin başına gelmiş ortak bir felakettir. Kaybettiğimiz canların dışında biz geride kalanların tümünü eşit şekilde etkiliyor, eşit şekilde acı çekiyor, eşit şeklide gözyaşı döküyoruz.

        Bir de bireylerin yaşadığı felaketler var ki bunlar insanın insana ettiklerinden kaynaklanır. Haksız yere çok uzun yıllar hapis yatmak, bir askeri darbe sırasında darbecilerin eline düşmek, toplama kampına götürülmek, bir savaşın ortasında bulmak kendini. Örnekleri istediğiniz kadar çoğaltabilirsiniz.

        Her iki durumda da felaketten sağ kurtulursa eğer insan kendini ifade etmek, yaşadıklarını anlatmak için çeşitli yollar düşünür durur, bazen bulur bazen de bulmadan ölür. Bulanlar çoğunlukla edebiyatta bulur. Çünkü bu tür toplumsal ve bireysel felaketler karşısında insanoğulunun bugüne kadar bulduğu en etkili ifade aracı edebiyattır. Hatta bazılarına göre edebiyat, büyük felaketler karşısında yazarların verdiği sınavdan başka bir şey değildir.

        *

        Felaketler bazen yazarların başına gelir, bazen de felakete uğramışı yazar yapar felaket. Yıkıntıların arasından doğrulanlar, birkaç canını o yıkıntıların arasında bırakıp kendi canını kurtaranlar, çok uzun süre durup onun da yaşadığı felakete dair anlatılan hikayelere kulak verirler, bir süre sonra görürler ki, o felakete dair anlatılan hiçbir şey onun bizzat yaşadığı şeye benzemiyor. Yavan kalıyor anlatılan her şey veya eksik kalıyor bazı şeyler. İşte böylesi zamanlarda iş başa düşer… Alır kalemi eline yazmaya başlar. Rus Dostoyevski, Aşkenaz Yahudisi Elie Wiesel, İspanyol Jorge Semprun, Macar İmre Kertész ilk aklıma gelen yaşadığı felaketi yazmış bu tür yazarlardır.

        2002 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış olan İmre Kertész, Nazilerin Buchenwald Toplama Kampında, 1986 Nobel Barış Ödülü sahibi Elie Wiesel ve Mel Merlestein’la aynı koğuşta kalıyordu. Üçü de çocuktu. Kamptan sağ kurtulduktan yıllar sonra Elie Wiesel Nazi kamplarını anlatan “Gece”, İmre Kertész ise “Kadersizlik” diye bir roman yazdı. İki romanda da Nazilerin vahşeti kör parmağım gözüne şeklinde anlatılmaz. Meseleye biraz geriye çekilerek bakar yazarlar.

        *

        Kertész’in “Kadersizlik” romanı on altı yaşında Macar bir çocuğun babasını Nazi kamplarına yolcu etmesiyle başlar. Sonra çocuğu da alıp Auschwitz kampına götürürler. O andan itibaren iyi ya da kötü demeden çocuk gördüğü her şeyi en ince ayrıntısına kadar bir çocuk gözüyle, çocuk saflığıyla anlatmaya başlar. Abartmadan, karamsarlığa kapılmadan, sadece tanık olduklarını, hem de şakayla karışık bir üslupla. Bir mülakatta, romanındaki bu mizahi dilin sorulması üzerine, “Yazı yazmakta karar kıldığımdan beri dertlerimi sanatımın hammaddesi olarak gördüm. Bu hammadde kasvetli de olsa biçim bunu neşeye dönüştürüyor,” dedi yazar.

        Romanın bir yerinde şunları yazar:

        “Oradaki bacalarda bile dumanların kesildiği anlarda mutluluğa benzeyen bir şeyler vardı. Belki de asıl bu deneyim benim için unutulmuş kalacak, ama herkesin öğrenmek istediği, yalnızca kötü olan, yalnızca 'dehşet'. Evet, bir daha soracak olurlarsa, onlara bunu, toplama kampındaki bu mutluluğu anlatmalıyım. Soracak olurlarsa. Kendim bile unutmuş olmazsam.”

        Başka bir sahnede de romanın çocuk kahramanı, Auschwitz’te bir futbol sahası olduğunu gördüğü anda mutluluktan adeta havalara uçar.

        Ne soğuk bir bakış değil mi? İnsan ayakkabılarından dağların oluştuğu, kesilen saçların yığın yığın göğe yükseldiği, insan derisinden kamçı yapıldığı bir yerde, “dumanı tütmeyen bir bacadan mutluluk devşirmek” ve kampta futbol sahasının varlığıyla mutlu olmak ne tuhaf… Ama iyi edebiyat da tam da budur işte; kimsenin görmediğini görmek…

        *

        Yazar, “Kadersizlik” üzerine tam on üç yıl çalıştı. O sırada, kendisi gibi Nazi kampında kalmış Semprún’un “Büyük Yolculuk” romanı Budapeşte’de yayımlandı. Kitap büyük övgü aldı, ama Kertész kendisiyle yapılan bir mülakatta Semprún’un yanlış bir teknik seçtiğini, yalnızca en çarpıcı olayları anlattığını ve olayların seyri içinde zamansallığı bozduğunu söyledi. Ona göre bu gösterişli bir yöntemdi, ne var ki sahici değildi. Bir çocuğun öyküsünü anlatıyorsanız, ona uygun düşen bir zamansallık kurmanız gerekir, çünkü kendi hayatında hiçbir aracısı olmayan çocuk her şeye katlanmak zorundadır. O yüzden, Semprún’un kitabı övgüleri toplayadursun, o anlatması gereken hikayeye bağlı kalacaksa, yalnızca çarpıcı ve olağanüstü anları yeğlemek yerine, baştan sona, kahramanının kendini içinde bulduğu bir durumu -herhangi bir durumu- dile getirmesi gerektiğini anladı.

        Çünkü gerçek o kadar fecidir ki, sanat bir yerini yırtsa gerçeğin önüne çıkamaz. Bir duvar var orada ve yazarın niyeti o duvara kafa atmak; atar da ve toz buz olur her defasında.

        Romanda çalışma kamplarına götürülen ailelerin dayanışmasından hiç bahsetmez yazar, zira dayanışma, birbirine destek olma çoktan bitmiştir. Akrabalık ölmüş, dostluklar son bulmuş, birlik-beraberlik yok olmuştur. Herkes kendi canının derdindedir. Romanın sonunda tıpkı yazarın evine dönmesi gibi, kahramanı da evine döner. Ama döndüğü yerde yaşadıklarını anlatacak kimseleri bulamaz. Kimse anlattıklarına inanmaz zaten, her yer katliam mekanıdır, senin yaşadıkların da zulüm mü, bir de bize bak derler. Herkes kendi derdine düşmüş, alem artık eski alem değildir. İletişimsizlik baş göstermiş, yabancılaşma toplumun kaderi olup çıkmıştır. Yeni çağın yeni kaderi yalnızlıktır, sevgisizliktir, duygusuzluktur artık!

        Imre Kertész karşılaştığı, “anlatılamaz olanı anlatmak mümkün mü?” sorusuna, “hem evet hem hayır” cevabını verdi! Onun denediği “anlatılamaz olanı anlatmak mıydı” kendisi de emin değildi. Tanıklıktan yeni bir edebi anlatım yolunu çıkarmıştı. Kendisinden önce açılmış yoldan gitmedi, denenmişi sorguladı, onun romanını okuyanlar, “bu adam felakete uğramış insanlarla alay ediyor” dedi. Kitabı uzun süre ülkesinde yayıncı bulamadı. Oysa o felaketi bambaşka bir yolla, biz okurların onu iliklerinde hissedeceği bir biçimde anlatmıştı. Bu yüzden de 2002 yılının Komitesi,“tarihin barbar keyfiliğine karşı bireyin kırılgan deneyimini” anlattığı için onu o yılın Nobel Edebiyat Ödülüyle ödüllendirdi.

        *

        Bir çocuk olarak Nazi kamplarında kalmış, kurtulduktan ancak on üç sene sonra yaşadıklarını edebiyat yoluyla anlatmanın değişik bir biçimini keşfetmiş olan Kertész, yaşadıklarını neden sıcağı sıcağına yazıp yayınlamadı da tam on üç sene üzerinde çalıştı? Bu sorunun cevabı bize göre “acının dibe çökmesini beklemesiyse” ona göre “yeni bir dil” bulmaya çabalamasındandır.

        Edebiyatı biz; hep iyi olanı aşılayan, insandan yana tavır koyan, hep bir hümanizm peşinden koşan ifade aracı olarak algılamışız. En azından klasik edebiyat böyleydi. Kertész ise böyle düşünmüyor, bu “profesyonel hümanistleri” kendine rakip olarak görüyordu. Hümanistlere göre tarih iyiye doğru bir yürüyüş halindedir, ortaya çıkan kötülükler de birer kazadır, enseyi karartmayalım! (Kadere bakın ki veya Kadersizliğe bakın ki, Kertész Nazi kamplarından kurtulmuş, Stalin diktatörlüğünün hüküm sürdüğü Macaristan’da yaşamak zorunda kalmıştı.) Oysa durum hiç de öyle değil. Gidişat salt iyiye doğru bir gidişat değil. Bunu böyle kabul edersek kendimizi kandırmaktan başka bir şey yapmamış oluruz. Hepimiz suçluyuz ve birtakım varsayımların arkasına gizlenerek suçun ağırlığından kendimizi kurtaramayız!

        *

        Aslında Kertész bu fikri büyük ustası Dostoyevski’den almıştı. Dostoyevski onun “rol modeli”ydi. Hümanizmin “insanın kader trajedisi” karşısında çaresiz kaldığını ilk fark eden yazardır Dostoyevski, “özgürlüğün özünü” başka yerde aradı o. Ölümlere gidip gelmişti. Dünyevi olanın yanında, uhrevi olanda, biraz da metafizikte… Sibirya’da dört yıl süren kalebentlikten kurtulur kurtulmaz, yazdığı bir mektupta şunları yazdı:

        “Eğer birisi bana İsa’nın gerçekliğin dışında olduğunu kanıtlasaydı ve gerçeklik de İsa’nın dışında olsaydı, ben gerçeklikle değil İsa’yla kalmayı tercih ederdim.”

        Serbest kaldıktan sonra tabuların üzerine yürüdü. 20. yüzyıldaki edebi haleflerinden birisi olan Kertész, hümanizmin tabuları yüzünden o korkunç felaketle karşılaştığını erken anladı.

        *

        Dostoyevski, karşılaştığı büyük felaketi, yaşadığı felaketten ancak altı sene sonra yazabildi. Kertész ise ancak on üç sene sonra; 224 sayfalık romanı tam on yılda yazmıştı. Dostoyevski yaşadığı felaketi anlattığı kitabına “Ölüler Evinden Anılar” adını koydu, Kertész ise “Kadersizlik” dedi. Dostoyevski Çar’ı devirmek suçlamasıyla 1849’da tutuklandı, kurşuna dizilmekten son anda kurtuldu, cezası dört yıllık “mecburi çalışmaya” çevrildi, ağır işlerde iş görmek üzere Sibirya’ya gönderildi, 1854 baharında serbest kaldı, sonra da askere alındı, ancak 1859’da Petersburg’a geri dönebildi. Tam 10 yıl boyunca cehennemin tam dibinde hayata tutunmaya çalıştı.

        Serbest kaldığında küçük kardeşi Andry’e yazdığı bir mektupta durumunu şöyle anlattı:

        “Bu dört yılı diri diri gömüldüğüm ve bir tabuta hapsedildiğim bir zaman dilimi olarak görüyorum. Sevgili kardeşim, dayanmanın ne kadar güç olduğu zamanlar geçirdiğimi sana anlatamam. Tarif edilemez, sonsuz bir azaptı. Çünkü her saat ve her dakika ruhuma yüklenen ağır bir taş gibiydi.”

        *

        Dostoyevski “Ölüler Evinden Anılar”ını sürgünden döndükten sonra 1861-1862 yılları arasında “Vremya” adlı bir dergide tefrika etti. Romanı birinci tekil şahıs anlatır. Ama bize olup bitenleri anlatan yazar Dostoyevski değil, karısını öldürdüğü için bu cehenneme gönderilmiş olan Alexander Petroviç adında bir Rus asilzadesidir. Anlatıcı, kitaba yazdığı önsözde bu “anıları” nasıl ele geçirdiğini anlatır. Metin eksiktir, ev sahibi onları yaktığı için bir kısmı kaybolmuştur. Eldeki kısım da bitmemiştir. (Bu tekniği Dostoyevski’den önce, bütün romancıların piri sayılan Cervantes “Don Kişot” romanında kullanmıştı.)

        Kamp hayatını film tekniğiyle uzun bir ham film olarak hayal edin; henüz sinemanın icat edilmediği bir dönemde Dostoyevski bu ham filme elinde bir montaj makasıyla girişti. Kesik kesik bölümleri birbirine montajladı, malzemeye alabildiğine kıydı, zulmü ve vahşeti, insanın insana ettiklerini midemizi kaldıracak şekilde bize anlatmaya kalkışmadı. İnsana odaklandı, insanlık hallerini keskin fırça darbeleriyle bir resme dönüştürdü, romanın bir yerinde dedi ki; “İnsan her şeye alışkın bir varlıktır ve bence bu onun için en iyi tanımlamadır.” Mahkumlar kalabalık barakalarda her gece uykusunda konuşur, çığlık atarlardı. Bunu neden yapıyorlar dersiniz? Dostoyevski bu soruya şu cevabı verdi:

        “Biz dövülmüş bir halkız… İçimiz bütünüyle paramparça. İşte bu yüzden geceleri çığlık atıyoruz.”

        Bir zamanlar sağlam olan benlikler, burada parçalanmış ve o kişilikler bir daha bir araya getirilemez bir halde her yere dağılmıştı. Zaten bu tür hapishanelerin amacı kişilikleri parçalamaktır. Kişilik yok olur ama insan yaşamaya devam eder. Bizde 12 Eylül’den sonra Diyarbekir Cezaevi’nden yıllar sonra dışarı çıkan insanların hallerini düşünün, sağ kurtulanların hepsinin kişilikleri paramparça edilmiş, ruhen o kadar harap edilmişlerdi ki, dışarı çıkmış olmaları, özgürlük onlar için hiçbir şey ifade etmemiş, yeni bir hayat yerine önemli bir kısmı intikam almak üzere dağın yolunu tutmuştu.

        Çarın Dostoyevski’yi gönderdiği Sibirya kampı da daha sonra Stalin’in Gulag Takım Adaları da Hitler’in açtığı Nazi kampları da, darbecilerin Diyarbekir Cezaevi’nin de tek amacı vardı; “kişiliği yok edip kenara atmak!” Hepsinin rengi aynı, hepsinin amacı birdi; insanı insanlığından çıkarmak, insanı insan olduğundan utandırmaktı!

        Kampları yaşamış olan insanlar benlikleri parçalanmış, ruhen sakat bırakılmış insanlardır. Bu yüzden eğer bir yazar onları dışarıda kalan, çitin, dikenli telin, yüksek hapishane duvarlarının dışında kalmış kişilikleri parçalanmamış insanların gözüyle yaklaşırsa sıradan bir iş yapmış olur, edebiyatta söylenmemiş olanı söyleyemez. Bu yüzden Kertész’in çocuk kahramanı dumanı tütmeyen bacadan mutluluk devşirir, ölüm kampında gördüğü futbol sahası onu mutluluktan havaya uçurur, Diyarbekir Cezaevi’nde mahkumlar, İstiklal Marşı’nın on kıtasını ezberlememiş olan Türkçe bilmez köylü mahkuma, toplu ceza alırlar diye arkadaşları kızar; mahkumlar havalandırmada kaz adımlarıyla daha iyi yürümek için birbirleriyle yarışır. Normal, kişiliği parçalanmamış bir insan bunları yapamaz yoksa. Salt bu durumu bütün çıplaklığıyla anlatırsan eğer buradan iyi edebiyat çıkmaz. Geleneksel edebiyat bu yolları tüketeli bir asır olmuştu. Bu yüzden geleneksel anlatım yolu Kertész’in derdine derman değildi, dedi ki, “İnsanları yazar yapan şey birazcık yetenek değildir muhtemelen. Aksine, dili ve mevcut tanımlamaları kabul etmediği gerçeğidir.” Bu tür zulüm mekanlarını, büyük felaketlerin yaşandığı kampları, hapishaneleri anlatmak için mutlaka “yeni bir dil” gereklidir. Çünkü Kertész’in deyimiyle dil, insanı “kendi içsel hayatından bile dışlayan” bir bütünlüktür. Kertész bu “yeni dili” “atonal”, yani hiçbir ton ve makam kuralına bağlı kalmadan oluşturulan bir beste olarak tanımlar.

        Aradan kırk sene geçtiği halde Diyarbekir Cezavi’nden Dostoyevski’nin “Ölüler Evinden Anılar”, İmre Kertész’in “Kadersizlik” romanı ayarında bir romanın çıkmamış olması bizden bir yazarın bu “atonal dili” kurmayı henüz becerememiş olmasıdır.

        *

        On beş gün önce yaşadığımız büyük deprem felaketinin ilk günlerinde, vaktiyle bu memlekete bol bol karbonmonoksit yaymış olanların şimdi de oksijen vermek için çıkardığı bir gazete, her sıradan gazetecinin aklına ilk gelebilecek “zekice bir fikirle” bazı edebiyatçılarımıza -çoğunun tek kitabını bile okumamışım, benim eksikliğim- gazetecilik tekniğiyle bazı deprem fotoğraflarına resim altı yazdırdı. Tabi ortaya çıkan sözüm ona felaketi anlatan metinler, bırakın deminden beri anlattığım kudretli yazarların yazdıklarının ayarında olmaları, şimdiye kadar kendi yazdıklarının bile silik birer kopyasından öteye gidemediler. Büyük tepki çektiler. Çünkü acının edebiyatını kendilerinden önce Küçük Emrah filmlerinde bol bol yapmış, onlar bir hayli geç kalmıştı.

        *

        Sahi, Dostoyevski de Kertész de yukarıda sözünü ettiğim o romanları yazmak için neden o kadar yıl beklediler dersiniz?

        Hayatın gerçeği (burada deprem) sanatın gerçeğinin (yazılan resim altları) önüne geçmişse, hayatın gerçeğini yeniden sanatın gerçeği haline getirebilmen için yazdıklarını yıllarca demlemeye bırakmış olmak ya Dostoyevski ya da Kertész ayarında yazar olmak lazım ki, o ayarda bir yazar da bir gazetenin sıcağı sıcağına kendisine getireceği böyle zırva bir teklifi elinin tersiyle iter zaten.

        ***

        (Bu yazıyı yazarken, büyük ölçüde Laszlo Földény’nin DERGAH’tan çıkan “Dostoyevski Sibirya’da Hegel Okuyup Gözyaşlarına Boğuldu” kitabından yararlandım.)

        Diğer Yazılar