Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ANTALYA’daki mâlûm festivalde gelenek bu sene de bozulmadı ve yine kıyamet koptu...

        Ortalığın karışması için sebep mi yok? Kavga eskiden olduğu gibi jüriyi beğenmeme yüzünden de yaşanabilirdi, sıralamadan vesaireden de çıkabilirdi, hattâ havanın çok sıcak yahut yağmurlu oluşunu bile bahane edebilirlerdi ama ortalık bu sene sansür tartışmasından birbirine girdi...

        Festival meraklılarının “Cahil herif!” yahut “Sanat düşmanı!” deyip bazı zarif sıfatlar da ilâve edeceklerinden adım kadar eminim ama yine de söyleyeyim: Başta günlerdir tartışılan Antalya’daki organizasyon olmak üzere, bizdeki bu festivallerin ne işe yaradıklarını şimdiye kadar bir türlü anlayamamışımdır!

        Antalya Festivali, eski senelerde daha faydalı işlere yarardı: Fatma Girik, Türkân Şoray, Cüneyt Arkın, vesaire gibi zamanın meşhur oyuncuları festival zamanı Antalya’ya gidip şehri bir uçtan diğerine üzeri açık otomobiller ile gezerler, halk hayran oldukları şöhretleri festival sayesinde yakından görür ve her tarafta günlerce bunu anlatırlardı.

        SÜFLÎLİK RESMİGEÇİDİ

        Sonra aradan zaman geçti, festival maalesef bir paçozluk mahşeri hâlini aldı... Eski şıklık, “Ne kadar süflî giyinirsem o kadar büyük entel görünürüm” mantığı ile yerini lime lime dökülen elbiselere bıraktı; tuvaletler ve smokinler gitti ve dirsekleri çıkmış kazaklar, delik pantalonlar ve yamulmuş pabuçlar geldi!

        Antalya Film Festivali, katılımcılarına ve izleyicilerine saygı gösterip doğru dürüst giyinmeleri gerektiğini düşünme zahmetine bile katlanmayan bir “sanatçılar” curcunası, bitip tükenmek bilmeyen didişmeler de festivalin alâmet-i fârikasıdır ama aynı “sanatçılar” ın yurtdışındaki festivallerde yırtık kazak ve pantalon yerine smokin ile arz-ı endâm etmeleri de çifte standardın tam bir örneği! “Bizimkiler için giyinmek gerekmez, nasılsa anlamazlar ama Avrupa’da iş başka!” gibisinden yorumlaması ve sıfatlandırması sizlere kalmış bir düşünce de, bu çifte standardın daniskası...

        Yukarıda da söyledim: Bendeniz senelerden buyana hiçbiri gişe rekoru kıramamış olan festival filmlerinden zevk, haz, maz, hiçbirşey alamıyorum!

        Nasıl alayım ki? Tek kelime etmeden dakikalar boyu devam eden ifadesiz bakışmalar, bitmeyen yol görüntüleri, şayet filmin daha da “entel” olması istenirse bu sonu gelmez yolculukların kağnı ile yapılması, memlekette vârolan her mekânı ve her işi umutsuz vak’a gibi gösteren bir senaryo, “aydın” olmanın ve “devrimci” sanatın sadece ve sadece fukaralığın yahut çaresiz aşkın yaygarasını yapmaktan geçtiğini zanneden bir düşünce ve mutlaka nihayetsiz bir bunalım!

        MEĞER, NE CAHİLMİŞİM!

        Geçen gün, bu filmlere meraklı bir arkadaşım “Sen festival filmlerini ‘film okuma tekniği’nin ne demek olduğunu bilmediğin için anlamıyorsun” diyordu. “Bu teknik artık okullarda bile ders diye öğretiliyor. Festival filmlerini izlerken psikolojik tahlil yapman gerekir. Meselâ, kadının boynundaki kolyenin renginin bile sevginin, aşkın yahut başka bir ihtiyacın göstergesi olduğunu bilmezsen, o filmi anlayamazsın... Hattâ masanın üzerinde duran tabağın bile bir anlamı vardır, o tabak önemli bir sembol olabilir...”.

        Festival filmleri meğerse Arap’ın “El ma’nâ fî batn-ı şâir”, yani “Mânâ şairin karnında” dedikleri cinsten bir iş imiş!

        Açık söyleyeyim: Türkiye’nin başındaki binbir çeşit derdin ve sıkıntının arasında, Antalya’daki bu didişme bilmemnenin üzerine tüy dikmekten ibarettir! Yanıbaşımızda kanlı mı kanlı bir savaş bütün şiddeti ile devam ediyor, memleketin dört bir yanında insanlar ölüyor, hattâ sınırlarımızın geleceği bile tartışılıyor ve bütün bu hayhuy arasında birileri “jüri”, “sansür” yahut “otelde jüri başkanının kaldığı oda” tartışmaları yapıyorlar...

        Pejmürde kılıklı zevâtın derin mi derin bir entellik gerektiren bu kavgaları artık hakikaten gına getirdi!

        Diğer Yazılar