Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Tek küpeli diplomatımız olan Berlin Büyükelçisi Hüseyin Avni Karslıoğlu, küpesinin ilhamını Yavuz Sultan Selim’den almış olduğunu söyledi. Bu iddiaya kaynaklık eden ve Yavuz’a ait olduğu söylenen Topkapı Sarayı’ndaki meşhur küpeli tablo aslında Şah İsmail’e aittir. Şah İsmail, Şiîliğinin yanısıra eski bir Türk tarikati olan Hayderî-Kalenderî inancının liderlerindendir ve küpe de bu inancın sembolüdür.

        TÜRKİYE’nin Berlin Büyükelçiliği’ne tayin edilen Hüseyin Avni Karslıoğlu, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün senelerce özel kalem müdürlüğünü yaptı ve basında bürokratlığından ziyade uzun saçlı ve küpeli, yani alışılmışın dışında bir Dışişleri mensubu olarak yer buldu.

        Karslıoğlu geçen gün Frankfurt’taki Türk Kültür Merkezi’nde düzenlenen bir toplantıya katılmış, söz dönüp dolaşıp kulağındaki küpeye gelmiş ve büyükelçi küpe takmasının ilhamını Yavuz Sultan Selim’den aldığını söylemiş. “Yavuz Sultan Selim kendisinin Allah’ın ve halkın hizmetkârı olduğunu ifade etmesi için küpe takardı. Benim de küpe takmamın anlamı budur” demiş.

        ASIRLAR SONRAKİ İDDİA

        Seyfi Alp’in haberini okuduktan sonra, Yavuz Selim ve mâlûm küpe söylentilerinden ve bu geleneğin geçmişinden bahsedeyim dedim...

        Söylentilerin kaynağı, Topkapı Sarayı’nda bulunan ve Yavuz’a ait olduğu iddia edilen inci küpeli bir hükümdar tablosudur. Yavuz Selim’in küpe taktığı söylentisi ise döneminden asırlar sonra, tâââ 19. yüzyılın sonlarına doğru halk için kaleme alınmış olan tarih kitaplarında ortaya atılmış, söylentilerin kaynağı olan tablo da hükümdardan yine yüzlerce yıl sonra yapılmıştır.

        İNANCIN SEMBOLÜ

        Giyim kuşam tarihinin geçmişteki uzmanlarına sorarsanız, tablo Yavuz Selim’e değil Şah İsmail’e aitti ve küpe de şahın inançlarıyla ilgiliydi. Köklü bir Türk ailesinden gelen, “Hatâyî” mahlâsı ile yazdığı şiirleri Türk Edebiyatı’nın en zarif örnekleri arasında bulunan ve Şiî olan Şah, aynı zamanda 13. yüzyılda ortaya çıkan bir yola, Hayderî-Kalenderî tarikatine İsmail’in en bağlıydı ve kulağındaki küpe de bu inancının sembolü idi...

        Hayderîlik 1221’de ölen Kutbüddin Hayder isminde bir derviş tarafından kurulmuştu, daha önceden mevcut olan güçlü bir tarikatin, Kalenderîliğin şubesi sayılırdı ve o devirdeki tarikatlerin en marjinali idi... Hazreti Ali’ye duydukları aşırı bağlılık ve günlük hayattan uzaklaşıp kendine mahsus bir dünyada yaşamak hem Hayderîliğin hem de Kalenderîliğin temelini teşkil ederdi. Dervişler saçlarını, kaşlarını, kirpiklerini ve hatta göğüslerinin kıllarını bile tıraş ederler, göğüslerinde bir tutam kıl bırakır ve bu tutama tek bir inci tanesi geçirirlerdi. Bir kısmı savaş zamanlarında muharip olur, diğer zamanlarda köy köy, şehir şehir dolaşırlardı. Belli bir yerleri yoktu, bazen tek başlarına, bazen de birarada gezer ve çoğu zaman dilenerek aldıkları yiyeceklerini bellerine astıkları “keşkül” dedikleri tasa koyar ve o tasta yerlerdi.

        Sonraki asırlarda “keşkül-i fukara” denen tatlının adı, işte dervişlerin bellerinde taşıdıkları bu tastan geliyordu...

        ‘MENGÛŞ’ DENEN DEMİRLER

        Kalenderî ve Hayderî dervişlerinin çok belirgin bir başka özellikleri daha vardı: Kulak memelerinden birini deler ve bu deliğe demirden bir küpe geçirirlerdi! Genellikle halka şeklinde olan ve “mengûş” denen bu küpeler aynı zamanda İslamiyet’ten de önceki bir inancı, güneşin gücünü temsil ederdi.

        Demir halkanın yerini, zamanla bu yola bağlı olanların mâlî güçleri ölçüsünde taktıkları ve altından inciye kadar uzanan kıymetli taşlar ve madenler alacaktı...

        Bugün Yavuz Sultan Selim’e ait olduğu zannedilen meşhur tabloda görünen inci küpe de sadece kendisi değil, babası ve dedeleri ve cedleri de birer Hayderî-Kalenderî dervişi olan Şah İsmail’in bu inancının temsili idi...

        Türkiye’de artık mevcut olmayan Hayderî ve Kalenderî dervişlerine, eski asırlardaki gücünden ve öneminden çok şey kaybetmiş olsa da doğu Türkleri’nde ve Hindistan’ın kuzey bölgelerinde arada bir rastlanıyor ve dervişler ellerinde birer keşkül, dilenerek yaşamaya çalışıyorlar. O bölgelerin en eski inançlarından olan “Sadu”lar ile de aralarında büyük benzerlikler var.

        HİÇKİMSE ARAŞTIRMADI

        Bizde izleri 16. yüzyılın başına kadar devam eden ve aslında son derece renkli olan bu iki tarikat hakkında daha fazla birşeyler öğrenmek isterseniz, 16. yüzyıl şairi Vâhidî’nin “Menâkıb-ı Hâce-i Cihan ve Netîce-i Cân” isimli eseri hakkında yapılmış iki ayrı yüksek lisans tezini bulun ve okuyun. Tarikatlerin doğu Türk dünyasında bugünkü durumunu merak ettiğiniz takdirde de, İsveçli diplomat ve Türkolog Gunnar Jarring’in Stockholm’de yayınladığı 1987’de yayınladığı “Dervish and Qalandar” isimli uzun makalesini bulmaya çalışın.

        Mâlûm tablo hakkında bugüne kadar akademik seviyede maalesef tek bir araştırma bile olsun yapılmadığı için, küpe muammasını işte böyle tahminler ve benzetmeler yoluyla halletmeye çalışıyoruz!

        Kalenderîlik bitti, küpe takma âdetini Bektaşîler devraldılar

        KALENDERÎ ve Hayderî dervişlerinin küpe takma geleneklerini sonraki asırlarda Bektaşîler de kabul ettiler.

        Aşağıda, şarkiyat biliminin büyük üstadı Abdülbaki Gölpınarlı’nın değişik eserlerinde Kalenderîlik, Hayderîlik ve küpe konusunda yazdıklarından kısa bir derleme yeralıyor:

        *Hayderîler, 1221’de vefat eden Kutbüddin Hayder’e mensup olanlardır. Vahidi, “Manâkıb-ı Hâce-i Cihan” isimli kitabında bunların sakallarını tıraş ettirdiklerini, bıyıklarına hiç dokunmadıklarını, perçem bıraktıklarını, kulaklarına “Ali kapısının kulu” olduklarına alâmet olarak “menguş”, yani halka gibi bir küpe taktıklarını, bileklerinde ve ayaklarında demirden halkalar bulunduğunu, yanlarında demir çıngıraklar asılı olduğunu, şaraba düşkün olup on iki dilimli külâhlar giydiklerini bildiriyor.

        On iki dilimli kızıl tâca “Hayderî tac” dendiğini ve bu tâcı Şah İsmail’in babası Haydar’ın icad ettiğini biliyoruz. Bu bakımdan Hayderiler’in Şeyh Haydar’a mensup olmaları da düşünülebilir.

        Kalkandelenli Fakiri’nin 1534’te yazdığı manzum “Ta’rifât” risalesinde “Cihânın tekyesinden fârigu’l-bâl / Kimisi benidür kimisi abdâl” beytinden, bunların esrara da düşkün olduklarını anlıyoruz.

        *Bektaşi dedeleri ile babalarının kulaklarındaki küpeye “mengûş” denir. Mengûş, Bektaşi büyüklerinden Balım Sultan’ın, Bektaşi bendelerinin sağ kulaklarına haramilerin saldırısından korumak için kaşık sapıyla delerek kurşun birer küpe taktığı yolundaki söylentiden sonra gelenek haline geldi.

        Halk arasında yer etmiş olan “Bizim kulağımız deliktir, biz olanı biteni biliriz” deyimi de buradan gelmedir. Bektaşi dedelerinden kulağına küpe takacakların kulakları, Balım Sultan türbesinin eşiğinde delinirdi.

        Hz. Ali’nin atının nalına benzemesi için at nalı formunda olan bu küpeler demirden, neceften, pirinçten yahut gümüşten yapılırdı.

        Bizde âdet değildi ama diğer Türk sultanları hep küpeli idiler

        OĞUZLAR konusunda en önemli ve hâlâ aşılamamış eserler yazmış olan Prof. Dr. Faruk Sümer, 1954’te “Eski Türk Erkeklerinde Kıyafet ve Küpe Takma Âdetine Dair Notlar” başlıklı bir makale yayınlamıştı.

        Yazdığı makalede Dede Korkut kitabı ile Hafız Ebru, Abdürrezak Semerkandî, Neşrî, Müneccimbaşı ve Urfalı Matheos gibi eski tarihçilerin eserlerinden alıntılar yapan Prof. Sümer, küpenin eski Türk hükümdarları arasında bir gelenek olduğunu söylüyor ve Yavuz Sultan Selim’e atfedilen tablonun hakikaten Yavuz’a ait olabileceğini söylüyordu.

        Prof. Dr. Faruk Sümer’in yazdıklarının bir bölümünü aşağıda naklediyorum:

        “...Erkeklerin kulaklarına küpe takma âdeti yalnız Türklerde değil, eski İranlılarda ve İsraillilerde de mevcut idi. Fakat, bu milletlerde küpe bir esaret ...alâmeti şeklinde telâkki olunuyordu.

        Buna mukabil bizim kaynaklar küpenin Türk hükümdarları ve beyleri tarafından takılmakta olduğunu haber veriyorlar ki, bu husus Türkler arasındaki bu âdetin böyle bir düşünce ile alâkalı olmadığını göstermektedir.

        Oğuzlar’ın İslâmiyet’ten önceki hayatlarını destanî bir şekilde anlatan Dede Korkut kitabında Oğuz beylerinin altın küpeli olduklarından bahsolunuyor. Çin kaynaklarının verdikleri bir habere göre, Kırgız Türkleri de kulağa halka, yani küpe takarlardı.

        Türkler İslâmiyet’i kabul edip bu camiaya dahil olduktan sonra birçokları gibi bu küpe an’anesini uzun bir zaman devam ettirmişlerdir.

        ...Osmanlı tarihçilerinden Müneccimbaşı Ahmed Dede’nin sözlerine göre, büyük cihangir Timur’un kulaklarında kıymetli inci küpeler vardı. Timur’un kurnaz ve tehlikeli bir hasmı olan Karakoyunlu hükümdarı Kara Yusuf’un da altın küpeler taktığını biliyoruz.

        ...Kara Yusuf yalnız devrinin değil, belki bütün tarihin yetiştirdiği en cesur, en muharip insanlardan biridir.

        ...Vefatı, ordusunun perişan bir halde dağılmasına sebep oldu. O derece ki, cesedini teçhiz ve tekfin etmek kimsenin hatırına gelmemişti. Bunu fırsat bilen birtakım câhil ve âdi kimseler, naaşın bulunduğu otağa hücum ederek yağmalamışlar ve bu arada Yusuf’un kulaklarındaki altın küpeleri almak için bıçaklarını kullanmışlardı.

        Buna benzer bir hâdise Fâtih ile Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Bey arasında 1473’teki Otlukbeli muharebesinde olmuştu. Osmanlı tarihçisi Neşri’nin sözlerine göre, savaşı kazanan Fâtih, Akkoyunlu cesedleri ile dolu olan muharebe meydanını gezerken bir dervişin elinde bir bıçakla ölüler arasında dolaştığını görerek ne yaptığını sormuş; dervişin, ‘Türkmen ulularının kulaklarındaki küpeleri toplamakta olduğu’ cevabına gülümseyerek ‘İşine devam et’ demiş”.

        Diğer Yazılar