Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İNŞAATI senelerce devam eden, projesi defalarca değiştirilen, açılışından sonra yanan, yıllarca kapalı kaldıktan sonra tekrar faaliyete geçen ve en nihayet restorasyon bahanesi ile yeniden kapanan ve geleceğini uzun zamandan buyana tartıştığımız Taksim'deki AKM'nin yerinde eskiden ne bulunduğunu hiç merak ettiniz mi?

        Söyleyeyim: Mezarlık vardı! İstanbul'un asırlar boyunca kullanılmış en büyük kabristanlarından biri, Ayaspaşa Mezarlığı...

        Mezarlık tâââ Dolmabahçe sahilinden başlar, Ayaspaşa üzerinden Taksim'e, oradan da bugün Harbiye'ye uzanan sol taraftaki kaldırım boyunca Radyoevi'ne kadar giderdi. Üstelik sadece Müslümanlar'a mahsus değildi, belli yerlerine başka dinlere mensup olanlar defnedilirdi.

        Meselâ, şimdi AKM'nin bulunduğu alan Gümüşsuyu'nun aşağısına kadar Müslüman, Taksim'den Talimhane boyunca Harbiye'ye uzanan kısım Ermeni Gregoryen, Gümüşsuyu'ndan inişte sağda kalan bir bölüm de Katolik mezarlığı idi.

        Ayaspaşa Mezarlığı'nın Müslümanlara mahsus kısmı Türkiye'de basının ve gazeteciliğin öncüsü Şinasi'den Osmanlı tarihçiliğinin önde gelen ismi Silâhdar Fındıklılı Mehmed Ağa'ya kadar birçok kişiye ebedi istirahatgâh olmuş, tarihlere "93 Harbi" diye geçen 1997'deki Rus Savaşı'nda yaralanıp İstanbul'a getirilen ama hastahanelerde vefat eden askerler de buraya defnedilmişlerdi.

        Mezarlığa ilk müdahaleyi, Sultan Abdülmecid yaptı. Gümüşsuyu'ndan Dolmabahçe'ye uzanan alanın denize doğru olan sol tarafında kalan mezarlar 19. asrın ortalarında Dolmabahçe Sarayı'nın inşası sırasında tamamen kaldırıldı ve buraya sarayın ahırları inşa edildi. Ahırların karşısındaki yamaca da saraya ait bir tiyatro yapıldı.

        Mezarlığa ikinci darbeyi, İttihad ve Terakki'nin liderlerinden Cemal Paşa, 1909'daki 31 Mart hadisesinden sonra vurdu ve kemiklerin bir kısmını başka yerlere nakletti. Onun bitiremediği işi de 1912'de "İstanbul Şehremini" yani belediye başkanı olan Cemil Topuzlu Paşa tamamladı ve özellikle 93 Savaşı şehidlerinin mezarlarının nakledilmemesi için başlatılan yoğun kampanyaya rağmen Ayaspaşa Mezarlığı'nın tamamını ortadan kaldırıp alanı iskâna açtı.

        Asırlar boyunca onbinlerce kişinin son uykularını uyuduğu yerde sonraki senelerde dikilen bazı binaların âkıbetini de söyleyeyim:

        Dolmabahçe Tiyatrosu, 1863'te cayır cayır yandı, tiyatrodan geriye kalan büyücek oda da, 1990'ların sonuna kadar "belediye helâsı" olarak kullanıldı.

        Talimhane'nin girişindeki Ermeni mezarlığının üzerine inşa edilen "Şan Sineması" daha sonra "Şan Müzikholü" adını aldı, 1987'de o da alevlere yenik düşüp küle döndü ve yerinde şimdi bir AVM inşa ediliyor.

        Taksim Meydanı'nın tam karşısında bulunan ve bu sayfada fotoğrafını gördüğünüz Müslüman mezarlığına da mâlûm AKM inşa edildi. AKM'nin inşaatı seneler sürdü, açıldı, yandı, yeniden açıldı, kapandı ve macerası hâlâ devam ediyor.

        Mezarlıkların üzerine inşa edilmiş binalarda bir uğursuzluk, tuhaflık yahut bir garabet olduğuna şimdi gelin de inanmayın!

        Bizdeki tencereli protestonun öncüleri pahalılıktan illâllah diyen kadınlardır

        İSTANBUL'un çeşitli semtlerinin sâkinleri, önceki gece sabahın ikisinde yataklarından tencere ve tava gürültüleri ile fırladı. Kepçelerle kaşıkların gong çalarcasına tencerelere vurulmasının gümbürtüsü saatlerce sürdü ve bu gidişle daha bir zaman devam edecek gibi...

        Ev kadınlarının hükümeti protesto etmek için sokaklara dökülüp tencere ve tava çalmalarının Güney Amerika ülkelerine mahsus olduğu ve sadece oralarda görüldüğü söylenir ama aynı protestonun benzeri bizde de vardır. Hattâ kadınlarımız geçmişte sokaklara sadece tencere ve tava ile değil, ellerine kokmuş ciğer ve bitmiş mumlar alarak dökülmüşler, zamanın padişahının yahut diğer devlet büyüklerinin yolunu kesmiş, ciğerlerle mumları bağladıkları sırıkları devletlûların tepelerinde sallayıp avaz avaz bağırmışlar ve hiç kimse onları durdurmamıştır.

        İşte, bundan yaklaşık iki asır önce, 1808 ilkbaharında büyük bir ekonomik kriz sırasında yaşanan mumlu ve ciğerli protestonun, pahalılıktan bunalan İstanbul kadınlarının 1 Mayıs günü hükümdarın yolunu kesip İstanbul Kadısı'nın konağını basmalarının hikâyesi...

        O günlerde tahtta Dördüncü Mustafa vardı ve imparatorluğun geleceği kapkaranlıktı. Eski hükümdar Üçüncü Selim bir sene önce yaşanan ve tarihlere "Kabakçı Mustafa isyanı" diye geçen ayaklanmayla tahtından indirilmişti ve Topkapı Sarayı'nın bir dairesinde hapisti. Rusya ile aylardır devam eden savaşta bir türlü neticeye varılamıyor, erzak ve silâh sıkıntısı çeken Osmanlı ordusu başarı gösteremiyordu. Başkentte güvenlik diye birşey kalmamıştı, âsiler sokakta kadınlara ve kızlara tecavüze kalkıyor, evler artık güpegündüz soyuluyordu. Şehrin göbeğinde yol kesip tehditle para almak artık sıradan bir işti ve İstanbul teröre teslim olmuştu.

        Ekonomi, çökmüş haldeydi. Bir önceki padişah Üçüncü Selim'in acil durumlar için sakladığı 20 bin altın saçma sapan yerlere harcanmıştı, hazinede artık tek bir kuruş bile yoktu ve devlet maliyesi iflâs etmişti. Maaşlar verilemiyor, cephedeki orduya para gönderilemiyor ve halk pahalılıktan nefes alamıyordu. Saray, başka memleketlerden borç alabilme peşindeydi: Sultan Mustafa tâââ Fas Kralı'na mektup yazıp borç altın istemişti.

        Halk ise açtı... İstanbullular o zamanların en ucuz yiyeceği olan ciğeri bile alamaz hale gelmişler, tencerelerde sade suya atılmış bir tutam un, çorba niyetine içilir olmuştu.

        İşte, bütün bu sıkıntıların canından bezdirdiği İstanbul kadınları, 1808'in 1 Mayıs'ında ellerinde sırıklar ve tencerelerle sokaklara döküldüler. Sırıkların ucunda bitip dibe gelmiş mumlar ve kokmuş ciğerler sarkıyordu. Önce İstanbul Kadısı'nın konağını basıp ağızlarını geleni söylediler, bir kadıya yapılabilecek en büyük hakareti edip "Papaz herif!" diye bağırdılar. Sonra Bayezid Camii'ne cuma namazına gitmiş olan zamanın hükümdarı Sultan Mustafa'nın yolunu kestiler, ucundan bitmiş mum ve kokmuş ciğer parçaları sarkan aynı sırıkları padişaha doğru sallayıp "Uyan sultamın, uyan!.. Pahalılığa dayanamıyoruz. Aç kaldık!" diye haykırdılar.

        Hükümdarın etrafını sarmış olan muhafızları şaşkınlıktan donakalmışlardı ve eli sopalı kadınlara hiçbirşey yapmadılar. Kadınlar birkaç dakika boyunca avaz avaz bağırıp dağıldılar; Dördüncü Mustafa sarayına, kadınlar da evlerine, boş tencerelerinin başına döndüler. Ama hiçbirşey değişmedi, sıkıntılar hafiflemedi ve işler daha da kötüye gitti.

        1805 ilkbaharında yaşanan bu krizden sonra neler mi oldu? Söyleyeyim: İmparatorluk birbirine girdi. Tarihlere "Alemdar" diye geçen Mustafa Paşa ordusuyla beraber Rumeli'den İstanbul'a yürüdü ve önce Babıali'yi, sonra da sarayı bastı. Tahtından indirileceğini anlayan Dördüncü Mustafa sarayda bir odada hapis yaşayan amcası Üçüncü Selim'i idam ettirdi. Ama birkaç dakika sonra kendisi de tahtından oldu, yerini kuzeni Mahmud, yani İkinci Mahmud aldı ve devrik Sultan Mustafa da Mahmud'un emriyle boğduruldu. Pahalılık, iki padişahı birden canından etmişti.

        Diğer Yazılar