Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        DÜN (Pazar) Habertürk Gazetesi’nde arkadaşımız Kübra Par’ın BirGün Gazetesi yazarı, sinema eleştirmeni ve radyo programcısı Cüneyt Cebenoyan ile yaptığı röportaj son yıllarda okuduğum en cesur ve en dürüst röportajdı. Çok derin ama taptaze bir acı üzerine oturmuş fakat duygusallığa savrulmamayı başarmış bir başkaldırıştı.

        Cebenoyan, kız kardeşini 1994’te Taksim’de bombalı saldırıda kaybetmiş. Ben bilmiyordum. Onat Kutlar’ın öldüğü saldırı deyince olayı hatırladım. Daha sonra meşhur The Marmara Cafe olan, o zamanki adıyla Opera Pastanesi’nde 30 Aralık 1994’te bir paltonun cebine yerleştirilen bomba patlamış, 2 kişi ölmüştü. Yıllarca saldırı İBDA-C saldırısı olarak bilindi, PKK’lı biri daha sonra yakalandı ve itiraf etti, ama hâlâ solcular genellikle bu saldırıyı İBDA-C’nin yaptığına inanmak istiyor. Çünkü dinci bir örgütün laik, solcu bir entelektüeli hedef alma hikâyesini seviyorlar. Öteki, ezberlerini bozuyor.

        Cebenoyan işte o günden beri içinde bulunduğu sol çevrelerin kardeşinin katilini kutsayışını görerek yaşamış. Bu hikâyeyi okuyunca arşive dönüp baktım, 2010’da BirGün’de bu konu üzerine “Onat Kutlar Cinayeti ve PKK” başlıklı çok güzel bir yazı yazmış.

        Türk solunun PKK ile arasına mesafe koyamayışının yarattığı duyguyu Kübra Par’a şöyle anlatıyor Cüneyt Cebenoyan: “Benim mahallemin PKK’yı hoş görmesinin üzerimde çok ciddi psikolojik etkileri var. Mahallenizde bir katil var ve o katil ablanızı öldürmüş, çevrede dolaşıyor. Onunla her gün karşılaşıyorsunuz ve mahalledeki herkes ona saygı gösteriyor. Tecavüzcünüzün ortalıkta dolaştığını ve saygı gördüğünü düşünün, nasıl hissedersiniz? Bunu en yakınlarım bile anlamıyor.” Bir trajedi bundan daha güzel nasıl dile getirilir bilmiyorum...

        ************

        BİR YÖNETMENDEN SİYASİ HESAP UZMANI YARATMAK

        FATİH Akın 2000’li yılların ilk yıllarında en sevdiğim yönetmenlerden biriydi. Belki dünya çapında en iyiler arasında değildi ama anlattıkları öyle aşina, anlatış şekli öyle doğaldı ki... Kısa ve Acısız’da (Kurz und Schmerzlos) çizdiği Almanya’da Türk, Türkiye’de Alman olma hali gerçeğin ta kendisiydi. Hele Temmuz’da (İm Juli)! Hayatımda izlediğim en naif, en hakiki romantik filmlerden biriydi... Dönüp dönüp defalarca seyretmişimdir... Fatih Akın sayesinde Türkiye’de ismi pek bilinmeyen Moritz Bleibtreu hayranı olup çıkmıştım bir ara... Sonra Solino. Arada kalmışlığın, kültür çatışmasının milliyeti olmadığını İtalya-Almanya üzerinden anlatıyordu bu kez Akın.

        Solino’nun ardından Duvara Karşı (GegendieWand) ile Türkiye’de de çok popüler oldu Akın. Sibel Kekilli’nin sahneleri ve daha önce porno filmlerde oynadığının ortaya çıkması ortalığı kasıp kavurdu. Bu kısmı zaten hatırlıyorsunuz... Çok konuşulan filmler genelde bende hayal kırıklığı yaratır ama bu açıdan da şaşırtmıştı Duvara Karşı. Birol Ünel ve Sibel Kekilli gibi hiç bilinmedik oyuncuları müthiş bir şekilde çıkarmıştı seyircinin önüne. Filmin bazı dialogları unutulmazlar arasına girdi. Sonrasında Nurgül Yeşilçay ve Tuncel Kurtiz sayesinde çok ses getiren Yaşamın Kıyısı’nda’yı çekti. Benim Fatih Akın filmografisinde ilk üçüme girmez ama epey başarılı oldu. Daha sonra ilgi alanımdan çıktı. Soul Kitchen’da artık kendini tekrar eder hale geldiğini düşünüp uzun bir süre filmlerini izlemedim. Ta ki aradan 7 yıl geçene kadar... Geçen yıl merak edip “Elveda Berlin”i (Tschick) görmeye gittim ve büyük hayal kırıklığına uğradım.

        Tüm bunları Fatih Akın’ın geçen günlerde YPG ile ilgili bir film çekeceğini duyurması üzerine yazdım. Ben 1915 olaylarını anlattığı “The Cut”ı izlemedim ama çıkış noktasına saygı duyuyorum. Öte yandan PKK’nın bir kolu olan, kendini gizleme gereği duymadan insan öldüren, zulmeden, DEAŞ’la savaşıyorum bahanesiyle kendi görüşü dışındakilere hayat hakkı tanımayan bir örgüt olan YPG’yi romantize etmek, DEAŞ’ın şeytanlığı apaçıkken onun üzerinden şiddetin başka türlüsünü temize çekmek tatlı su hümanisti Avrupalıların kandırılmışlığı olarak bir nebze tarif edilebilir belki. Ama Fatih Akın gibi bu toprakları bilen, acıları gören bir yönetmenin bu oyuna düşmesi ancak ucuz popülizm olarak açıklanabilir.

        Halbuki başrolünde Diana Kruger’in oynadığı son filmi Solgun (Aus dem Nichts), Cannes’da en iyi kadın oyuncu ödülü aldı, eleştirmenler Oscar’da şansı olduğunu söylüyorlar. Önü açık ve kendini yeniden yaratabilen bir isim Fatih Akın. Yani böyle numaralara ihtiyacı yok. Kendi geçmişini, beslendiği toprakların acılarını yok saymaya hiç ihtiyacı yok...

        ************

        DİLARA BERBEROĞLU’NA YAPILAN MÜPTEZELLİK

        ENİS Berberoğlu’nun hem kızı hem de avukatı olan Zeynep Dilara Berberoğlu’na çok çirkin bir iftira atıldı. Gencecik, azimli bir kızdır Dilara. Babasını çıkarmak için uğraşıyor. Enis Berberoğlu’na kızabilirsiniz, suçlanmasını haklı bulabilirsiniz (ki ben tutuklanmasının çok yanlış olduğunu ilk günden beri söylemiş ve yazmış bir gazeteciyim), ama öyle bile düşünseniz bu size onun ailesi hakkında ileri geri iftiralar atma hakkı vermez. Bu ülkede birey kavramını bir oturtabilsek birçok problemi çözeceğiz ama nerdee o günler...

        ************

        FRANK GEHRY İSTANBUL’A BÜYÜK DEĞER KATARDI

        GEÇENLERDE AKM üzerine yazarken Fatih Altaylı benim Calatrava önerime karşı çıkmayacağını belirtip geçmişteki olumsuz örnek olarak Tepebaşı’na Suna-İnan Kıraç’ın yapmak istediği Frank Gehry projesinin nasıl suya düştüğünü hatırlatmıştı.

        Doğru, 2004- 2005’te Suna-İnan Kıraç, Tepebaşı’na İstanbul’un 2010 kültür başkenti kutlamalarına yetişecek bir proje yapmak istediler. 200 milyon dolar değerindeki proje dünyaca ünlü mimar Frank Gehry imzalı olacaktı. Bunun için Tepebaşı’ndaki TRT arazisi isteniyordu, masrafları Koç Ailesi karşılayacaktı. Üstelik daha sonra İnan Kıraç’ın aktardığına göre Gehry, İstanbul’a ek 1 milyon turist getirmediği takdirde projeden para almayacağını söylemişti. Ancak böyle büyük bir fırsat, TRT arazisi için Koçlar’dan büyük para istendiği için hayata geçemedi. Bürokrasi böyle bir öneriye destek olacağına, köstek olarak önemli bir değer yaratacak bir çalışmayı engelledi.

        Dolayısıyla Türkiye’de işimiz zor. Köhnemiş muhalif kafalar kadar hantal bürokratik kafalarla da mücadele etmemiz gerek.

        Diğer Yazılar