Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BİLİM haberlerine göz gezdirirken inanılmaz güzellikte bir yavru ceylan resmine bakakaldım. Bembeyaz bir yüz, masmavi gözler ve pembe bir burun. Bu, diğerlerinden farklı görünen “Bambi”nin hikâyesini okuyunca daha da çok etkilendim. İki çiftçi bu güzelliği ölmek üzereyken bulup annesini aramaya başlamışlar. Ormanı dolaşıp yeni doğum yaptığı anlaşılan ceylanı keşfedince hemen yavruyu yakınına bırakmışlar. Yavru annesini tanıyıp düşe kalka yaklaşmaya çalışırken, bebeği fark eden anne beklenmedik bir şekilde arkasını dönüp hızla ortamdan uzaklaşmış. Bu üzücü olaya şahit olan çiftçiler önce ne yapacaklarını şaşırmış, daha sonra açlıktan ağlayan bebeği gömleklerine sarıp biberonla beslemek üzere evlerine götürmüş. Veterinerler olayı bebeğin fiziksel görünümüne bağlıyor. Gözleri ve burnu kara, yüzü ve vücudu da kahverengi olmalıymış. Bu yüzden annesi bebeğini beslemek bile istemiyormuş. Doğada “normal” sınıfına girmeyen canlılar önce anneleri daha sonra da çevredeki diğer canlılar tarafından dışlanıyorlar biliyorsunuz. Çiftçilerin raporuna göre bu “bebek”, diğer açılardan da “normal ceylanlardan” çok farklı. Öğretilen her şeyi akıllı bir köpek gibi derhal algılıyor ve uyguluyor. Aynı zamanda korkusuz ve fiziksel olarak çok güçlü.

        Bebek ceylanın fotoğrafına tüm yüreğimle bakarken düşüncelerim aldı başını gitti bir yerlere. Bir insanı ya da bir fikri “anormal” olarak sınıflandırmak için kriterler nelerdir sahi? Yanıtı basit: “Normal” sınıfına giremeyenlerin düştüğü sınıftır anormal. O zaman “Normal nedir?” diye sorunca standart açıklamalar iyice çıkmaza giriyor aslında.

        Genelde birleşilen nokta bıçak gibi keskin: Çoğunluktur “normal”!

        Düşünüyorum da, eğer buysa tanımlama ben de kesinlikle “anormal” sınıfına giriyorum. Çoğunluğa ters düşecek o kadar çok şey var ki kafamda ve yaşantımda. Mesela yorulunca yatmak yerine yürüyüşe çıkan, hasta olunca büyük bir ağaca sarılarak enerji toplamayı ilaç almaya yeğleyen, yazın sıcaktan sırtüstü dönmüş can cekişen bir böceğe su içirmeye çalışan, idealleri uğruna ülkesinden yıllarca uzak yaşayan bir anormalim ben. Öyle ya! İnsan kendisini bilmeli.

        Aslında birçok konuda “normalmişim rolü” yaptığım da bir gerçek. Her türlü seçimimde “normal” standartları kullanmaya çalışıyorum... Sırf dışlanmamak için.

        Seçim dedim de... Bu samimi duygularımı sizlerle paylaşmak için yazarken (şu anda) seçim sonuçlarından haberim yok elbette. Houston, Texas’ta oy vermek için konsolosluğa gittiğimde 2 metre oy pusulası verdiler elime. Bir de üzerinde “Tercih” yazan bir damga. 32 adet partinin isimlerini şöyle bir okudum. Orada da hissettim anormalliğimi. Bırakın çoğunluk sağlayacak potansiyel partileri, diğerlerini de almıyor ne düşüncelerim ne de yüreğim. Öyle böyle değil... “Tedavilik anormalim” galiba. Bilim insanıyım ben. “Bilime, dolayısıyla bilim insanlarına hak ettikleri değeri verecek, beyaz yüzlü ‘Bambi’leri de besleyip kollayacak birileri var mı aralarında?” diye düşündüm. Seçim mitinglerinde liderlerin konuşmalarını hatırlamaya çalıştım. Bilimsel boşluğumuzun nasıl doldurulacağı ya da iklimsel değişikliklere ne önlemler alacakları üzerine stratejilerini açıklayan sözler yerine karşıt partilerin neyi yanlış yaptıklarını vurgulamaları beynime kazınmış. Belki de siyaset bu. Yürüyeceğin yolu anlatacağına yürüdükleri yola söveceksin. Anormalim dedim ya, uymuyor bana çoğunluğun onayladığı bu yol. Ülkemde bilimsel kariyer yapmak için uğraşırken beyaz yüzlü “Bambi” muamelesi gördüğüm günler geldi aklıma. Bütün bunları düşünerek oy pusulasını açtım ve bastım damgayı... Sırf beni de “normal” saysınlar diye...

        AŞÇI ŞEMPANZELER!

        İNSANOĞLUNUN tarihçesinde (tahminlere göre 2 milyon yıllık) yiyecekleri pişirerek yemeye başlaması kendi evriminin çok büyük bir parçasını oluşturuyor. Bu düşünceden yola çıkan Harvard Üniversitesi bilim insanları, gerçekleştirdikleri ilginç bir araştırmanın sonucunu geçen hafta basınla paylaştı. Araştırmacılardan Dr. Felix Warneken, imkân tanınırsa şempanzelerin aslında yiyecekleri pişirerek yemeyi tercih edeceklerini iddia etti. Yaptıkları araştırmada şempanzelere çiğ ve pişmiş patatesler verilmiş. % 90’ı pişmiş patatesi çiğ patatese tercih etmiş. Bunun üzerine ortamda bir duvarın kenarına, gerçek değil (güvenlik açısından) sahte bir fırın konulmuş. Çiğ patateslerin fırına konulduğunda pişmiş olarak çıktığını görmeleri için birkaç kez sahte bir (2 dakikalık) pişirme gerçekleştirilmiş: Çiğ patatesler fırına konulmuş ve 2 dakika sonra duvar tarafından fırının içerisine aynı miktarda pişmiş patates yerleştirilmiş. Olayı gözleyen şempanzelere çiğ patates verildiğinde (ne kadar aç olurlarsa olsunlar) yiyeceklerini fırına koyup bekledikleri ve “pişirdikten sonra” yedikleri dikkati çekmiş.

        Dr. Warneken, bazı şempanzelerin patateslerin yarısını pişirmeden çiğ çiğ yiyip diğer yarısını pişirdikten sonra yemelerini gülerek yorumluyor: “Dedim ya, bize benziyorlar aynen. Bizler yemek pişirirken çok açsak tencerenin başında (tadına bakma bahanesiyle) yarı pişmiş, yarı pişmemiş yiyecekleri mideye indirmiyor muyuz? Eleştirirsek ayıp olur.”

        Bu araştırma sonuçları hâlâ tartışılıyor. Sırada ikinci bir soru var. Bir şeyleri karıştırıp (tuz, yağ, domates, vs.) pişirildiği takdirde daha da lezzetli yiyecekler elde edileceği gösterilse acaba onu da denerler mi?

        BİRBİRİMİZİ TAKLİT EDİYORUZ

        GEÇEN hafta Rochester Üniversitesi bilim insanlarının Language Variation and Change adlı bilimsel dergide yayımlamış oldukları makale, sıklıkla sorulan bir soruya ışık tutuyor: “Nasıl oluyor da aynı ideolojiyi paylaşan insanlar ‘aynı fabrikadan çıkmışçasına’ birbirine benziyorlar?” Psikolog Dr. Florian Jaeger’in açıklaması aynen şöyle: Aslında tavırsal olarak şempanzelerden pek bir farkımız yok. Gördüğümüz ve içinde yaşadığımız ortamda etrafımızda en çok gözlemlediğimiz bireylere bakarken istemsiz de olsa (yani bilinçaltından) onları taklit etmeye başlıyoruz. Taklit önce konuşma tarzından başlıyor. Olayları anlatırken farkında olmadan en çok duyduğumuz terimleri kullanıyoruz. Duruş şeklimiz ve vücut dilimizi fikirlerini paylaştığımız yüksek konumlardaki insanlara benzetmeye çalışıyoruz. Böylece bir süre sonra çevrede klonlanmışçasına birbirine benzer şekilde giyinen, davranan ve konuşan insanlar peydah olmaya başlıyor. Oluşan bu tek düzelikte üzücü olan, bireylerin konuşurken yavaş yavaş yorum yapma yeteneklerini kaybetmeleri, kendi fikirlerini bir kenara itmeleri ve öğrenilmiş klişeleri kullanmaya başlamaları. Bunun dışında kalan ve kendilerine benzemeyenleri “güvenilmez” saymaları ise bazı önemli toplumsal problemlerin kökenini oluşturuyor. Sanırım “normal” ve “anormal” kavramlarını belirleyen değerler de bu gerçekten kaynaklanıyor. “Maymunlara benziyoruz” demişken...

        Diğer Yazılar