Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        "Neva hocam ne mutlu size ki buralarda değilsiniz. Ben de kaçıp kurtulmak istiyorum. Terörle doğduk, terörle öleceğiz. Ne olur bana bir yol gösterin. Kolay yoldan yurtdışına nasıl çıkabilirim?” Bu mesaj bana benzer içerikle ulaşan yüzlercesinden sadece bir tanesi. Nedense “hayallerimizin sınırlar ötesindeki bir yerlerde bizi beklediği” inancı hep vardır ve var olduğumuz müddetçe de olacaktır. İnsan psikolojisi bu. Komşunun çimeni daha yeşil, evi daha aydınlık, suyu daha berraktır hep. Özlenen medeniyet, adalet, bilim, saygı ve disiplin oralarda bir yerlerdedir. Hala oğlu, amca kızı gitmiştir, anlata anlata bitirememiştir. Hele oralarda eğitim görüp gelenler kendilerine sağlanan imkânları anlatır ya... Çok özenilir çok... Zaten masallarda da hayallerdeki sevgili, kötü büyücünün büyüsünü bozacak bilgin, her derde deva ilaç, öyle yanı başımızda ya da yan mahallede falan değil, “Kaf dağı”nın ardındadır. Oysa söylenecek çok şey var ama o “Kaf dağı”nın ardında yaşayanlardan biri olarak (yurtdışını bir eğitim, öğrenim alanı olmaktan öte bir kaçış noktası olarak görenler için) naçizane birkaç can alıcı noktaya değinip daha sonra sizler için seçtiğim bilimsel haberlere geçeceğim.

        İngilizce konuşanlar, işlerinden ya da herhangi bir seyahatten evlerine/ülkelerine geri dönerken “Eve dönüyorum” yani “I am going back to house” demezler. “Yuvama dönüyorum” anlamında “I am going back home” derler. Ufak ama derin bir nüans var burada. Ev (house) sadece içinde yaşanan bir binadır. Ama yuva (home) öyle midir ya? Yuva deyince akan sular durur. İçinde insanın sevdikleri, değer verdikleri, sırları, sıkıntıları, mutlulukları barınır. Her türlü derin anlamı kolayca dile getirebilecek lezzetteki dilimizde nedense basitçe “ev” demişizdir o kutsal kavrama. Oysa “ev” satın alınır, ama “yuva” satın alınamaz, üzerinde didinerek, uğraşarak kurulur. 25 yıllık yurtdışı yaşamım sonunda hâlâ aynı şeyi hissederim. Evim o gelmek istediğiniz “Kaf dağının ardında” ama yuvam şu an yaşadığınız topraklar. Atalarımız bile “Doğduğun değil doyduğun yer” demişler, ama orada durmuşlar... Cümleyi yarım bırakmışlar. “O yaşadığın yer ‘ev’ midir, ‘yuva’ mıdır sana kalmış” dercesine...

        Bir yeri “yuva” yapan en önemli kavram, birinin yaşadığı acıyı ve mutluluğu çevresindekilerin de aynı derecede hissetmesiyle oluşuyor. Geçen hafta sırf denemek için 6 ayrı Avrupa ülkesinde yaşayan Türk gençleri “Ankara’da yaşanan terörü kınıyorum” yazılı tişörtleri o ülkelerin insanlarına bedava dağıtmayı denemişler. Her ülkede 100 kişiden sadece 1 kişi tişörtü kabul etmiş. Geri kalan yüzde 99, tarihimizi, dinimizi, insan haklarına yaklaşımımızı bahane etmiş, umursamadığını, sempati duymadığını dile getirmiş. Kısacası terörü kınamaktan kaçınmış. Anlaşılacağı üzere o Kaf dağının ardı kucak açmış beklemiyor bizleri.

        Özlenen bilimse, medeniyetse, demokrasiyse belki Kaf dağının ardında var olmasına var, ama bedelinde yuvadan olmak var. Neyi kuracaksan yuvanda kuracaksın, hayallerini gerçekleştirmek için bir yerlerden başlarken kendinden, düşünüş şeklinden başlayacaksın. Yılmayacaksın, kaçmayacaksın, kucaklaşacaksın, seni dışarı iten problem(ler)i saf dışı bırakacaksın... Kendi bedenini (sorunlarınla alakası olmayan masum insanların yanında) patlatacak kadar zayıf, zavallı, kandırılmış olmayacak, senin için (yürekten) gözyaşı dökmeyenlerin kuklası yerine ustası olacaksın.

        DİYET YAPANLARIN DİKKATİNE

        Sıkı bir diyet sonrası birçok hastalıktan kurtulunduğu bir gerçek. Özellikle şeker ve karbonhidratın minimuma düşürülmesiyle hastaların (fiziksel olarak incelmenin de verdiği moralle) kendilerini “bomba gibi” hissettikleri bir gerçek. Lakin geçen hafta Journal of Experimental Medicine isimli dergide yayımlanan bir araştırma, yapılan bu “sıkı diyetlerin” kişiye gerçekten ciddi sorunlar yaşatabileceğini savunmakta. Leibniz Üniversitesi bilim insanı Karl Lenhard Rudolph yönetiminde gerçekleştiren incelemelerde kısa sürede kilo veren insanlarda bağışıklık siteminin (özellikle lenfosit üretiminin) hızla yavaşladığı bu yüzden hayatı tehdit edebilecek birçok enfeksiyonla yüz yüze kalabilecekleri gözlenmiş.

        TESPİT EDİLEMEYEN DOPİNG

        Sporda doping için kullanılan kimyasal madde sayısı hızla artıyor. Kısaca WADA olarak geçen Dünya Doping Araştırma Kuruluşu her yıl listeye (tespit edilebilen) yeni bir tanesini ilave ediyor. Geçen hafta WADA yaptığı basın toplantısında doping için yeni bir yöntem kullanıldığını fark ettiklerini ve maalesef bu dopingin ellerinde bulunan hiçbir testle tespit edilemeyeceğini açıkladılar. Basit bir kulaklığa benzeyen bir alet sporcunun kafasına yerleştiriliyor ve yarışma öncesi beyninin belli bölgeleri kontrollü elektrik akımıyla kısa süre uyarılıyor. Nörologlar tarafından uygulanan bu teknikle sporcularda süper bir koordinasyon, geç yorulma ve % 70 çok daha güçlü (zıplama, koşma hızı gibi) fiziksel performans artışı görülüyor. Detayları öğrenildiğinde evde bile sadece 20 dolara üretilebilecek bu aletin ticari boyutları birçok işadamını heyecanlandırmış bulunmakta

        BÖCEK KANADINDAN KÖRLÜĞE...

        Güneşli bir günde yanı başınıza konan pervane böceğinin kanadına başka bir gözle bakın bu sefer. Gökkuşağı renklerini görebileceğiniz o camsı parlak yüzey aslında hiç de göründüğü gibi pürüzsüz değil. Elektron mikroskobuyla incelendiğinde kanat yüzeyinin boydan boya nano-dikenlerle dolu olduğu görülüyor. Kanatlar üzerine havadan düşen bakteriler bu dikenlere takılarak ölüyorlar ve pervane böceğinin kanatları böylece yıllarca bozulmadan kalabiliyor. Bu özelliği gören California Üniversitesi bilim insanları, yıllardır çözemedikleri bir probleme çözüm bulduklarını anladılar. Yıllar önce transplantasyon için kornea bulamadıklarından körlüğe mahkûm olan hastalarında kullanmak üzere sentetik kornea üretmeyi başarmışlardı. Lakin bir türlü bakterilerin bu kornealara tutunmasını engelleyememekten sonuç hep bir çeşit enfeksiyonla hayat kırıklığı yaratmıştı. Şimdi üretilen sentetik kornealara artık pervane böceğinin kanadındaki nano dikenlere benzer yapılar eklenecek ve böylece insanlar enfeksiyonsuz olarak yeni kornelarıyla birlikte dünyaya “merhaba” diyebilecekler.

        KEDİLER Mİ KÖPEKLER Mİ SAHİPLERİNİ DAHA ÇOK SEVİYORLAR?

        Hani çocuklara sorarlar ya anneni mi babanı mı daha çok seviyorsun diye... Hep kızmışımdır sevginin miktarını sordukları için. Ama öyle görünüyor ki sevilen bir kişiyle karşılaşıldığında sevginin “ağırlığına” göre oksitosin hormon miktarı da artıyor. Bu deneyi kedi ve köpekler üzerinde gerçekleştiren Japonya’daki Azabu Üniversitesi bilim insanları gözlemlerini şöyle açıklıyorlar: “10 kedi ve 10 köpek seçtik. Sahipleriyle karşılaşmadan önce tükürüklerindeki oksitosin oranını ölçtük. Daha sonra sahipleriyle karşılaştırıp 10 dakika birbirleriyle olmalarını sağladık. Sahipleriyle olan köpeklerde oksitosin % 57.2 oranında artarken kedilerde bu oran % 12’nin üzerine çıkamadı. Bu sonuç çok ilginç, çünkü aynı deneyi geçen senelerde anne ve çocukları arasında da yapmıştık. Köpeklerden elde ettiğimiz sonuçlar çocuklarınki ile eş oranda. Öyle görünüyor ki köpekler gerçekten de sahiplerini bir çocuğun annesini sevdiği kadar seviyorlar.”

        Diğer Yazılar