Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Osmanlı Devleti’nin bölüşülmesini, aynı zamanda Arap coğrafyasının parçalanmasını, aynı milletlerin farklı ulus devletler arasında paylaştırılmasını, dolayısıyla bölgenin hiç bitmeyen suni kamplaşmalar içinde sürekli kan ve enerji kaybetmesini “garanti altına alan” anlaşmanın adıdır Sykes-Picot. 100. yılını doldurduğu günümüz iklimi “anlaşmanın başarısız olduğundan” dem vuran yorumlara da sahne oluyor.

        Bir mühendisliğin başarılı ya da başarısız olması, projenin beklenmeyen ve istenmeyen sonuçları vermesiyle ölçülür. Sykes Picot’a “başarısız” diyebilmek için bu düzenlemenin maksadı hakkında kerameti kendinden menkul bir hüsnü zan beslemek gerekir.

        Kanımca istenen tam da bugünkü sonuçlardı.

        Haritalar çizildi, Arapların eski hastalığı olan “kavmiyetçilik” ustaca “milliyetçilik” zehrine dönüştürüldü. Bu biçimlendirmeye itiraz etme potansiyeli olan halkların başlarına birer diktatör tayin edildi; diktatörler coğrafyanın yeraltı kaynaklarını haraç mezat usullerle ve kişisel kazanımlar karşılığında Batılı şirketlere servis etti. Coğrafyanın kalbine hançer gibi saplanan “İsrail” sadece Filistin üzerinden Araplara yönelmiş bir tehdit olarak değil, diktatörlere temin edilen kullanışlı bir “meşruiyet” aracı olarak da işe yaradı. Diktatörler yığınları dizginlemek için yıllarca, “İtaat edin, yoksa İsrail gelir, bizi de Filistin’e benzetir” sopasını kullandılar. Coğrafyada Batı’ya izafe edilebilirlik ölçüsünde güvende olunabileceğine inanan bir aydın ve yönetici elit türedi. Bir nesil sonrası bunu taktik olarak da değil, yürekten benimsedi.

        Sömürgecilere zorunlu olarak katlanma, gönüllü olarak davet etmeye dönüştü. Bölge ülkeleri önce haritalar üzerinden milliyetçi duygularla coğrafyasına yabancılaştırıldı; derken mezhepçilikle, etnik-mikro milliyetçiliklerle mühürlendi. Yerliler ve Batı görmüş, eğitimli azınlık arasında da bir gerilim hattı oluşturuldu. Yani, bir ülkeyi, hatta bir bölgeyi, yönetilebilir-güdülebilir kılmayı sağlayan bütün fay hatlarına yatırım yapıldı. Hepsi de, Batı’nın kendi kazanımlarını tehlikede gördüğü zamanları sağlama almak amacıyla önceden çalışılmış hatlar ve çoğu Sykes-Picot ile yaratılan coğrafi kırılmadan besleniyor.

        İstemedikleri türde bir güç temerküzü oluştuğunda, o kırılmalar işlevsel koridorlara dönüşüyor kendileri için. Başına buyruk bir irade belirdiğinde mesela, kimi zaman kendi medyaları ve kampanya direktörleri eliyle, o yetmediğinde itaatini sağladıkları bir bürokratik örgütlenme eliyle, o olmazsa mezhebi ya da etnik bir ayaklanmayla, giderek örtülü CIA operasyonları ya da uluslararası mahkemeler, uluslararası askeri koalisyonlar devreye sokularak istenen sonuç alınabiliyor.

        Ya en azından bir evrede ortaya çıkacak sonuçların tohumları ekilebiliyor. Tabii o tohumları ekerken bir şeye güveniyorlar: Halk nazarında meşruiyet kazanmış siyasi hareketlerin o meşruiyeti uzun süre koruyamayacaklarına ve ektikleri tohumları itinayla yeşertecek basiretsizlikler yapacaklarına.

        Kazanımları tehlikede olmadığı zaman ya da maliyet hesabı gereği astarı yüzünden pahalıya gelecek yerlerde fakirlik, insan hakları ihlalleri, savaş suçları, ortaya saçılmış binlerce işkence fotoğrafı, kimyasal gaz kullanımı gibi durumları “alakasız” etiketiyle rafa kaldırdıklarını zaten biliyorsunuz. Öyle ki, mülteci sorunu gibi, artık kendilerini tehdit eder hale gelmiş durumlarda bile, ellerini taşın altına koymuyorlar da, eli taşın altında olanlar, sırf bu fedakârlıklarından dolayı kendilerine moral üstünlük sağlayamasınlar diye çabalıyorlar.

        Sykes-Picot sadece bir bölüşüm anlaşması değil; süregelen, devam eden düşük çözünürlüklü bir kuşatmanın da sembolü. Bugüne kadar egemenlerin işini gördü.

        Ama deniz bitiyor, sona geliniyor.

        Yeni arayışlar için dönüp yeniden eskiyi kurcalamaları bundan.

        New York Times, 100 yıl önceki bir diğer senaryoyu, 1919’da ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından hazırlatılan diğer haritayı hatırlatmaya gerek duymuş mesela.

        Nick Danfort imzalı “Farklı sınırlar Ortadoğu’yu kurtarabilir miydi?” başlıklı yazıya, Anadolu topraklarını Ermenistan ve Kürdistan arasında paylaştıran, Irak’ın yerinde ne idüğü belirsiz bir Mezopotamya’ya yer veren, İzmir’i otonom bölge, İstanbul’u ayrı bir devlet olarak gösteren eski harita eşlik etmiş. “Sykes-Picot yine iyiydi” denmek istenmiş. “Wilson haritasını mı yapsaydık?”

        Bir yanıyla tarih kılıflı acemi gözdağı verme çabası.

        Bir yanıyla buram buram çaresizlik kokuyor.

        Diğer Yazılar