Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bu "El mi yaman, bey mi yaman" mücadelesi, MİT krizi olarak kayda geçmiş 7 Şubat 2012'den beri dönem dönem gündemi dönüştürüyor. "Genç subayların rahatsızlığı bitti, şimdi genç savcıların rahatsızlığı mı başladı?" yılgınlığı, "Subayların rahatsızlığı hiç bitmedi, erken havlu atarsanız asker ipleri yeniden ele geçirir, pişman olursunuz" diyenlerin yüksek motivasyonu arasında kayboluyor. Bu yüksek motivasyon, "Erdoğan'ın tavrı, askeri vesayetle mücadelede geri adım atıldığı algısı yaratıyor" endişesini vurgulayarak "yargı"nın yanında saf tutuyor.

        En haklı argümanları pek tabii, Başbakan'ın siyaseti rahatlatma arzusunun yargıyı bağlamayacağı, yargının önceliklerinin yürütmeyi memnun etmek olmadığı savı. Ayrıca şu da var: Çok değil sadece beş yıl önceki askeri vesayet karşıtı koalisyon arasındaki paralel düşünüş ve duruş olmasaydı belki bugün AK Parti diye bir parti bile olmayacak, iktidarının yerinde yeller esecekti. Bu akıl yürütmenin sonu hükümetin varoluş sebebiyle çeliştiği iddiasına kadar gidiyor. Bazıları Başbakan'ın devleti ordu dahil bütün kurumlarıyla bir arada tutma gayretini ve bunu onaylayanları "takkeli Kemalist" ithamıyla çoktan mahkûm etti bile.

        Bir de Erdoğan'ın Ergin Saygun'u ziyaret etmesini, "Jeton yeni mi düştü? İşte böyle özür dilersiniz, daha durun ayaklarımıza da kapanacaksınız" havasına girmek için istismar eden CHP ağzı var. Bu tutumlarının Silivri'dekilerin tutukluluk sürelerine yardımcı olacak cinsten olduğu söylenebilir mi? Değil, zaten amaç da bu değil. Amaç, bilakis endişeyi artırmak ve iktidar cephesindeki malum kırık kalpler koalisyonunu iyice dengesizleştirmek, hataya sevk etmek. Nitekim tavırları, "Bir ziyaretle bu kadar şecaat arz edenler, hâlâ özeleştiri vermemiş komutanların tümden tahliye edilmesi ihtimalinde neler yaparlar kimbilir?" diyenlerin safını sıklaştırıyor. Endişe ayyuka çıkıyor. Yargı da bu endişeyi tatmini görev bilirmiş gibi Başbakan'ın her "tutuklu yargılamanın yanlışlığı" çıkışından sonra; her orduyla olumlu münasebet kurma görüntüsünün ardından bir iki dalga daha attırıyor.

        Oysa, sivil siyasetin askeri vesayeti geri çağırma lüksü olmadığı gibi, yargının da endişeli sivillerin "askeri vesayet korkusu"na teslim olma lüksü olmamalıdır.

        "Askeri vesayet korkusu" nedir iyi biliyoruz. Hükümette de darbeye teşebbüs ettiği çok açık olan kimi Balyoz sanıkları hiçbir şey olmamış gibi muamele görsünler, mevcut ve malum darbelerin aktörleri ya da müteşebbisleri hesap vermesin, yargılanmasın gibi bir eğilim olduğunu sanmıyorum. Garip olan bu eğilimin olduğu iddiasını taşıyanların 2008'den bu yana köprünün altından çok sular aktığını görmezden gelmeyi seçmeleri. Ordu nihayet sivil siyasete tabi olmuş iken, siyasi iktidardan "askere çekilen ontolojik reddiye" diskurlarının peşine düşmesini beklemek gerçek dışı bir beklenti değilse nedir Allah aşkına? Kanın durması için halka karşı cinayet işlemiş siyasi ve silahlı bir örgütle müzakere edilmesini anlayışla karşılıyoruz da, siyasete karşı cinayet işlemiş askerle ölümüne küs kalınamayacağını neden anlamıyoruz?

        Türk siyasetinin bir "askeri vesayetten kurtulma" ilacına ihtiyacı vardı. Ancak her ilacın bir tık fazlası zehirdir.

        Kaldı ki ne ilacı, Ergenekon ve Balyoz davalarının kemoterapiden farkı yoktur.

        Evet, tüm apar toparlığına ve radikalliğine rağmen bu ülkenin asker talimatıyla iktidar partisi kapattıran kanserini tedavide en önemli etken olmuştur bu davalar. Hasta hasar alarak da olsa ayağa kalkmıştır lakin. Dünyanın hiçbir yerinde bu adama "çok sağlıklı" denemez. Ama en kötü faslı atlatmış adama hâlâ kemoterapi-radyoterapi vermeye gayret eden ısrarcı bir doktor söz konusuysa, orada herkes hastayı bırakır ve doktor tartışma konusu olur.

        Sivil siyaset dahil, bütün kurumları az çok uyum içinde var olmaya koşullu olan hiçbir modern devlet de, bir ucu zehire dönmüş bu aşırı doz "anti-askeri vesayet" ilacını daha fazla tolere edemez.

        Diğer Yazılar