Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Nihal Bengisu Karaca Çok sevilmiş kediler öldüklerinde nereye giderler?

        Şahsi ama çok şahsi ve hem yetim hem öksüz trajediler var.

        İnsanı nerede yaşadığından, yaklaşan yerel seçim gerçeğinden ve yakın coğrafyada yaşanan büyük acılardan bile koparıp bir toz tanesi gibi uzayın boşluğuna savuran.

        Kimselerin bu kadar kederi anlamlandıramadığı o yüzden bazen en yakın dostlarınızın bile sadece ‘geçmiş olsun’ diyebildiği… “Başın sağ olsun” demeyi akledemediği.

        Evet, sizin hayvan diyemediğiniz çoğunlukla kızım oğlum yavrum diye çağırdığınız ama başkalarının evcil hayvan dediği varlığın ölümünden bahsediyorum.

        Birkaç saat önce var olan hayat neşesinin yerinde şimdi minicik bir ceset kalmış. Gözleri uzak bir noktaya takılmış…Bıyıkları titremiyor artık. Patileri soğumuş. Solgun ve buğulu gözlerinde bir can emaresi arıyorsunuz ama yok.

        Bir hafta oldu. Başkalarına göre evcil hayvanımı, bana göre aile ferdim olan kedim Üzüm’ü kaybettim. O kadar nazik bir kediydi ki namı diğer Nezaket Hanım derdik. Küçükkken bir hastalık geçirdiği ve sık sık başka hastalıklara yakalandığı halde longhair olduğu için ihtişamlı görünüme sahip olan bir kızdı. Hareketli değilse de ısrarcıydı. Kedilerim arasında açık havaya, tırmanmaya yükseklere çıkmaya en meraklı olan da oydu. Sorun çözme kapasitesine sahip olan da. Günün sonunda zekasına becerilerine duyduğu güvenden ve merakı yüzünden öldü yavrum.

        6 yaşındaydı daha. Bu yaş insan ömrü ile 25 yaşına denk geliyor.

        Kucak kedisi değildi. Sevecendi ama mesafesini korumak isterdi.

        Hep sadece köpeklerin sahipleri ile anlamlı iletişim kurdukları zannedilir.

        Kediler için de habire nankör denilir.

        Hayır kediler nankör değildir, sadece insanlara benzerler ve insanlara özgü beklentleri olan varlıklardır. Ve insanlara öğretirler.

        Üzüm “25 yaşında bir kadınım ben ve biraz saygıya ihtiyacım var” talebini, asla pati atmadan, tırmalamadan,miyavlama algoritması içindeki ton farklarıyla ve göz temasıyla kabul ettirmeyi başarmıştı mesela. Sınırlarını öğretmişti bize.

        Cep telefonumla uğraşırken telefonumu ittirip boşalan elime kendi kafasını koyardı mesela.O kadar nazik ve doğal bir şekilde yapardı ki bunu, samimiyetle alınan insiyatifin sınır ihlali sayılmayacağını da ondan öğrendim.

        Bir kere bile tırmalamadı beni, oyun sırasında bile, hiç ısırmadı. Sadece mamasını suyunu verenle değil, ailenin her üyesiyle tek tek ilgilenirdi.

        Diğer iki kedimin aksine sesime ve ismine her zaman olumlu yanıt verir, ne zaman ismiyle çağırsam konuşarak, cevap vererek gelir, eğer uzun bir süre çağırmazsam neden çağırmadığımı yoksa kendisini özleme görevimi unutup unutmadığımı sorgulayan miyavlamalarla hafifçe sitem ederdi.

        Kuyruğu hep öne doğru hilal şeklinde gelir boynunu uzatırdı. “Haydi şimdi beni sevmene ihtiyacım var.”

        Kedi sahipleri anlar.

        Tatlı tatlı sitem eder kediler. Öne doğru hilal şekli yapmış kuyruğun ne kadar çok şey anlattığını ise ancak kedilerle konuşabilenler anlar.

        Öne doğru hilal yapmış kuyruk kedinin o andan duyduğu mutluluktur.Açıklıktır.Sizinle konuşmaktan size gelmekten duyduğu memnuniyettir. Koşulsuz sevgidir.O kuyrukta, hiçbir yalan, hiçbir dolan, hiçbir abartı yoktur.

        Hayatınız boyunca çok az kişi sizi severken bu kadar dürüsttür.

        ASKERİ OLDUĞUM TEK KRALİÇE

        Ama Üzüm gibi kediler, sizi görmekten ve sevmekten duyduğu memnuniyeti size her gün yaşatır.

        Ve siz onun sahibiyim zannederken asıl o, sizin sahibiniz olur.Var olmak için size muhtaç olduğunu düşünürsünüz. Ancak aslında size bakan odur.

        Sizi ihtiyacını karşılayan kişi olarak değil, yanında olan, varlığına eşlik eden, gözlerine bakan, ruhunu gösteren biri olduğunuz için sever.

        ***

        Bir bahçede yaptığımız minicik bir mezara sığdı yavrum. Ama dev bir yeri varmış bu evde, kalplerimizde. Diğer kedilerimi de yöneten toparlayan oymuş meğer.

        Evdeki maestro imiş. Tüm yüksek frekansların kraliçesi imiş.

        Askeri olduğum tek kraliçeymiş.

        Kendimi kraliçesini koruyamamış, dolayısıyla vatanına ihanet etmiş bir samuray gibi hissediyorum. Başıboş bir tetikçi, bir ronin olmasına ramak kalmış biri gibi.

        ***

        Hep söylerdim. Reankarnasyon diye bir şeye inansaydım, Üzüm’ün bir sonraki hayatında insan olacağına yemin edebilirdim.

        Şamanizme inansaydım atalarımdan birinin Üzüm’ün bedeninde bana rehberlik etmek için geldiğine ve görevi bittiği için gittiğine inanabilirdim.

        İslam’a inandığım için sadece ‘Allah verdi, Allah aldı” diyebiliyorum.

        Sonrası?

        Sonrası meçhul.

        ***

        Eşim ve oğlum kendilerini en azından dik tutabiliyorlar.

        Ben ise bir haftadır evde günde 8 saat ağlıyorum. “Onca şey gördüm geçirdim” diyorum, “… ama bir kedi beni yıktı”

        Bu yazıyı yazarken bile klavyeme göz yaşı damlıyor.

        Bebeklerini toprağa veren Gazze’deki anneleri düşününce utanıyorum. Büyük kolektif trajedilerin yanında benimki çok lüks ve kulağa şımarıkça gelen bir acı .

        Ama artık o anneleri daha iyi anlıyorum.

        Yaşadıkları azabı.

        Sorumluluğunu aldığınız bir masumun, kontrol edemediğiniz nedenlerle sizin gözetiminiz altında hayatını yitirmesi, onun gidip sizin sağ kalmanız aynı zamanda büyük bir vicdan azabı. Sebep ne olursa olsun. İsrail, ABD ya da martılar.

        ***

        Ramazan bile yaslı bir eve girdiğinin farkında. Kendisini hissettirmeden kenara çekildi Ramazan. Teselli edemiyor. Çünkü ya isyan var, ya suçluluk duygusu, ya bitimsiz bir özlemin atakları ya Yaratıcıyla yapılan fantastik pazarlıklar.

        Ailenin insan olmayan ferdinin ölümü bu kadar keder yarattığında ister istemez sorguluyorsunuz. Canlıya asıl değeri veren nedir?

        Öncelikle onu yaratanın yüklediği anlam elbette.

        İnsan bu anlamda varlık hiyerarşisinin en tepesinde.

        Allah insana anlam yüklemiş saygı duymuş, seçme hürriyeti iyiyi kötüden ayırt edebilme yetisi vererek ilahi mesaja muhatap kılmış.

        İnsan değerlidir. İnsanı doğuran ve insanın doğurduğu; anne ve baba, kardeşler arasındaki ilişki ve sevgi hakeza, doğal olarak, insanın var oluşuyla ‘default’ olarak gelen anlam ve değerler bütününden bir parçadır.

        Sonrasına kültür, tarih boyunca bizim bizim canlılar arasında bazı türlere daha fazla değer vermemizi belirliyor. Tarım toplumunda tarla sürmeye yarayan öküz değerlidir, savaşlarda fil kulanılan dönemlerle şimdi file yüklenen değer aynı değil.

        Modernleşme ve medenileşme sürecimiz boyunca daha önce ‘kullandığımız’ için değer verdiğimiz hayvanlara epey kazık attık.

        Ama bir yandan da kurtlardan korunmaya ihtiyacımız olmadığı halde köpeklere ya da artık sıçan avlama yetisi olup olmadığını bilmediğimiz ev kedilerine kalbimizi kaptırıyoruz.

        Hayatımızda, kalbimizde büyük yerler açıyoruz. Ve insan Rabbini düşünmeyi bırakmışken biliyoruz ki, hayvanlar Rabbini anmayı onu tesbih etmeyi bırakmıyor.

        ***

        “Ulan epi topu bir hayvan işte ”, diyenler olur hep bu anlarda.

        Ya da hepsinin antropomorfolojik zırvalar olduğunu düşünenler çıkar.

        Anlıyorum.

        Ama bütün kedi sahipleri yanılıyor olamaz değil mi?

        Hepimiz kedili deli kadın değiliz.

        Hatta ben aslında genel anlamda bir hayvansever bile değilim.

        Et yiyebilen biri hayvansever olamaz çünkü.

        En fazla merhametli biri olabilir.

        Ben de sadece o kadarım.

        İnsanın kedisini sevmesi için barınaklarda gönüllü çalışıp vegan olmasına, sokak hayvanları için bağış toplamasına gerek yok.

        “O kedi” yi sevmesi yeterli.

        Ve bu durum daha dehşet verici.“O kedi”yi çok seviyorsanız yerini başka bir şeyle ikame de edemiyorsunuz.

        Evimde aynı cinsten ve cinsinin özelliklerine haiz, aşağı yukarı benzer yaşlarda iki kedim daha var ama Üzüm’le ikame edilebilir değiller. Üzüm de onların yerini alamazdı.

        Bir kedi nasıl bu denli müşahhas hale gelebiliyor?

        Çünkü şahsına münhasır özellikleri, bir karakteri, bir tarzı oluyor.

        O zaman tekrar o soru: Canlıya asıl değeri veren nedir?

        ***

        PEYGAMBERİMİZİN KEDİSİ MÜEZZA’YA MI GEÇİT YOK ?

        Bugünün geleceğinden duyduğum korkuyla yazdığım şu yazı o günlerde Habertürk’te en çok okunan yazılardan olmuştu.

        O gün geldi ve ben tam olarak olmaktan korktuğum yerdeyim. Dinim kederimi arttırıyor.

        Zira şöyle bir durum var. Cennetteki Hayvanlar yazımda da aktardığım…

        İslam alimleri hayvanların ruhu olduğunu kabul ediyor. Hatta hayvanların sürekli Allahı zikrettiklerini söylerler.

        Devamında şunu derler: Ahirette onlar da haşrolacak, dirilip karşılıklı olarak hesaplaşacaklardır. Boynuzsuz koç boynuzu olandan hakkını alacak. Ama akıl ve şuurları olmadığı için bir ceza ve mükafatları olmayacaktır. Bu hesaplaşmadan sonra da toprak olacaklardır. Cennette bulunacak hayvanlar ise Ashab-ı Kehf’in Kıtmir’i, Hz. Süleyman’ın karıncası, İbrahim’in buzağısı, Hz Salih’in devesi gibi müşahhas hayvanlardır ve kestiğimiz kurbanlardır” Gazali’nin gönlü yine geniş, on özel hayvan sayıyor.

        Ceza ve mükafat olmayacaksa neden hayvanların da kendisine özgü bir hesaplaşma seremonisi var bilinmiyor.

        Ana tema, hayvan türlerinin bir temsilinin olacağı, ya da anlık olarak bedenlenip sonra yok olacakları, yani aslında dekor olarak buluncakları yönünde.

        Bu o kadar acımasız bir açıklama ki insanı sinirlendiriyor.

        Zira çok afedersiniz ama deveden buzağıdan bana ne?

        Benim mistik bir kumar masasında şu anki haleti ruhiyemle hayatı için hayatımı teklif edebileceğim Üzüm nerede? Ona ne olacak?

        Hinduizm, Budizm vs Spiritüalist açıklamalar bana en azından şunu diyor: “Onun bir görevi vardı, görevini tamamladı, yolculuğuna devam ediyor. O şimdi tekamülü için gereken bir sonraki durağına/ hayatına gitti”

        Klasik hayvanseverler şu teselliyi kullanıyor: “O melek oldu”

        İslam alimleri ise şunu diyor: “Toprak olacak”.

        Koskoca İslam’ın şu hayatta sevdiğimiz hayvanlar hakkında Hinduizm hatta el insaf Şamanizm gibi arkaik inanç biçimlerinin gerisine düşmesi ihtimal dahilinde olamayacağına göre, bu tuhaflığın sebebi ne?

        Bu dinin içinde peygamberimizin kedisi ‘Müezza’ varken hem de.

        Hz. Muhammed onu ilk gördüğünde yeni doğum yapmıştır o kedi. Peygamber ordusunu yolu uzatma pahasına yavrularını emzirmekte olan kedinin etrafından dolandırır, kedinin başına da bir asker diker. Dönüşte kediyi ve yavrularını alır Medine’ye dönerler. Hz. Muhammed kediye Müezza adını verir. O uyanmasın diye elbisesini kesmeyi tercih ettiği kedi, işte bu Müezza isimli Habeş kedisidir.

        Şimdi peygamberimiz Müezza’yı bir daha kucağına alamayacak mıdır yani? Bu mümkün müdür?

        İnsanı sinirlendiriyor demem bu yüzden.

        Bugün dahi muteber kabul edilen, İslam alimleri olarak görüşleri çoğaltılanlar ve onları referans kabul ederek dillendirenler hurisine, nurisine, nehirlerinden ne akacağına kadar cennete dair erkek ağzını sulandıran ne varsa anlatıyorlar da, “Bu kadar çok sevilmiş bir varlık silinip gidebilir mi?” sorusuna verecek hiçbir anlamlı yanıtları yok.

        Seslendikleri ekranlardan “Onlar toprak olacak, sen merhametin için ödüllendirileceksin merak etme”den başka bir şey diyemiyorlar.

        Müminlere, akvaryuma uzanan eli görünce ‘aha mama yaşasın ödül” diye toplaşıveren lepistes hayvanı muamelesi yapıyorlar ama sevdiğimiz hayvanlar bahsi diye bir gündemleri yok.

        ***

        Hakkını yemeyeyim, Cübbeli Ahmet ismiyle bilinen muhterem artık bu soru ne kadar çok sorulduysa, bir cevap geliştirme gereği duymuş : “Cennete gidersen, istersin hayvanını Allah sana ne istersen vermeyi taahhüt etmiş olduğu için, haşreder yanına verir, hani o kadar çok seviyorsan… ”

        Demek isteyince oluyor.

        O kadar zor değil.

        Peki neden bu kadar ıkınma sıkılma? Neden o komik bir duruma mecburen yanıt veriyormuş gibi davranma hali ve hatta küçümseme emareleri?

        Sanırım mesele biraz şöyle.

        AKIL, ŞUUR VE RUH

        İslam’daki anlatılarda ölümden sonraki hayat, cennete-cehenneme gitmek sadece insana ve cinlere -yani aslında göremediğimiz boyut ve evrenlerdeki akıl sahibi varlıklara- münhasır bir imtiyaz.

        Akıl şuur ve irade sahibi olmak bu devamlılığın anahtarı gibi görünüyor ve sınırlar böylece çiziliyor.

        Fakat bir sorun var. “Hayvanlar karşılıklı muhasebeleri yapıldıktan sonra toprak olacaklar, çünkü akıl şuur ve iradeleri yok” diyorsanız, ‘bebek iken ölenler’ için de aynı hükmü vermeniz lazım. Ya da hayatı boyunca akli melekesi olmamış, temyiz kudreti olmayan, halk arasında akıl hastası ya da deli diye anılan insan grubu için de aynısını söylemeniz lazım.

        Ama oralarda durum öyle değil.

        Akıl hastaları, farik ve mümeyyiz olmayanlar hem hallerinin getirdiği çileyle sınanmaktan hem de bir yerde masum kabul edildikleri için cennetlikler.

        Bebek iken ya da çocuk iken ölenler için ise ilginç bir durum var. “Öldükleri yaşta dirilecekler ve dünyada onların hasretiyle yaşayan ve yine de isyan etmeyen anne ve babalarına verilecekler.” deniliyor.

        İnsan olarak yaratılmak ölümü sadece bir kapı ve geçit yapıyor. Bu büyük bir lütuf.

        Ancak elinden dilinden belinden melanet türemiş adamların ve kadınların sırf şirk koşmadılar iman ettiler diye bir miktar kavrulup cennete yelken açabilecekleri bir tasavvurda insanını sadece mutlu etmiş, ona yaradılışın ne mükemmel bir şey olduğunu hatırlatmış ve fıtratı üzere yaşayıp Rabbini tesbih etmiş kedinin toprak olacak olması, anlatının bu şekilde kurulmuş olması acı verici. Bunda ne adalet ne fayda ne iyilik görebiliyorum.

        Bana bu itikat anlayışında bir terslik var gibi geliyor.

        Bana birileri israrla ve bilerek İslam inancının içindeki ruhu çekip çıkarmak istemiş ve kısmen de başarılı olmuş gibi geliyor.

        ***

        Bir Japon atasözü der ki, insanların yaraları kıymetlidir, ışık ancak yaralardan sızarak gelir.

        Nadiren gelen o iyi anlarda sarıya çalan beyaz bir ışığın altında durup şöyle hissediyorum.

        Birbirini sahiden ‘gören’ ve ‘seven’ varlıklar arasında kurulmuş bağlar asla kopmaz. Bu varlıklar her hücreleri, atomları ve atom altı parçacıkları ile birbirlerine dolanırlar, aynı boyuta ya da evrene düştüklerinde ise birbirlerini tanırlar. Çünkü etkileşimleri hiç kesilmemiştir.

        Sonuçta bir gün hepimiz aynı yerde toplanacağız.

        Bu hisse tutunuyorum.

        Hayırlı Ramazanlar.