Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Amerikalı yazar Andrew Sullivan’a üniversitede okuduğu Eflatun’un “Devlet” eserindeki bir pasajı hatırlatan, Donald Trump’ın başkan adaylığı oldu. Mayıs ayında kimse Trump’ı ciddiye almazken Sullivan aksini düşünüyordu ve yaklaşan tehlikeye dikkat çekti: Amerika’nın tam da şu anda tiranlığa elverişli olduğunu yazdı.

        Eflatun’un aktardığına göre Sokrat demokrasiye hep kuşkuyla yaklaşmıştı. Tiranlığın tam da demokrasinin içinde yeşereceğinden kaygılıydı. En basit tarifiyle herkesin eşit ve istediğini yapmakta özgür olduğu demokraside kadın-erkek arasındaki farklar ortadan kayboluyor, çocuklar ebeveynlerine isyan ediyor, öğretmenler öğrencilerinden korkuyor, yabancılar tıpkı bir ülkenin kendi vatandaşları gibi çalışıyor, insan haklarının yanı sıra hayvanlara bile hak tanınıyordu. Böyle bir ortamda toplumu yönetecek kişiler de piyangoyla seçiliyordu.

        Sullivan’a göre ABD’de demokrasinin son aşamasına gelinmişti: Siyah bir başkan, kadın bir aday, eşcinsel evliliği, sosyal medya...

        İŞÇİ SINIFININ ÖFKESİ

        Toplum bir yandan trans haklarını, tuvaletlerde kadın-erkek ayrımının kaldırılmasını tartışıyor. Diğer yandansa işçi sınıfı bu konunun neden önemli olduğunu, neden kendisine bu kadar yabancı bir konuyla ilgili hassasiyet göstermesi gerektiğini anlamıyor.

        Derdi değişen ekonomi: Üniversite mezunlarına daha fazla iş var, fabrikalar kapanıyor, ayakta kalabilmek zorlaşıyor, göçmenler geliyor...

        Ekonomik yarışta geri kalanlar da öfkeleniyor, önüne geçenden hesap sorulsun istiyor. Pakistanlı mühendis işe alı- nınca Minnesotalı seçmen “Neden ben değilim?” diyor.

        Donald Trump işte bu patlamanın ürünü. Basit sloganlarla, “Fabrikaları açacağız, tekrar iş bulacaksınız, yerli üretimi sağlayacağız, göçmenleri kovacağız” diyerek elitlerin değil, işçi sınıfının kahramanı oldu.

        Eflatun’un “Devlet” kitabında dile getirdiği kaygı da buydu: Demagogun piyangodan çıkması.

        TÜRKİYE’NİN İLK DEMAGOGU

        Türkiye bir demagogun yükselişine kısa bir süre tanık oldu: Cem Uzan tam da Eflatun’un bahsettiği elitlerin içinden gelip kendi sınıfına ihanet ederek içi dolu hiçbir söylemi ve somut planı olmadan siyasette belirdi. Başta milliyetçilik olmak üzere hassasiyetleri kaşıyıp cehaleti provoke etti; zengin olma hayali sattı.

        Thomas Kuhn toplumlarda paradigma değişiminin kriz anlarında değil, kriz bitip her şey normale dönüyormuş gibi gözükürken ortaya çıktığına dikkat çekiyor.

        Cem Uzan’ı var eden zeitgeist da Erdoğan’ın ilk başbakanlık dönemiydi: 2001’deki ekonomik krizin ardından ekonominin toparlanması, Kürtlere yönelik özgürlük kapılarının açılması, Avrupa Birliği üyeliği yönündeki reformlarla ülke 27 Mayıs’tan sonra ilk kez gerçek demokrasi yönünde ilerliyordu...

        Bu yoldan neden ve nasıl sapıldığını ayrıca tartışırız. Ama Uzan’ın önüne geçilmeseydi “fazla demokrasi”, Cem Uzan gibi bir demagogun paradigmayı sarsmasına yol açabilirdi.

        YAKLAŞAN ASIL TEHLİKE

        Türkiye’de zaman zaman belli bir kesimin toplumu ele geçirip hâkim olacağı korkusundan doğan bir ahlaki panik (moral panic) yaşanır. Dönemine göre hedefi de değişir bu korkunun: Kürtler, Aleviler, İslamcılar, Yahudiler, hatta bir ara İstiklal Caddesi çevresindeki trans bireyler... Şimdi ise Suriyeli göçmenler.

        Yılmaz Özdil’in göçmenleri eleştiren yazısının yüz binlerce kişi tarafından paylaşılması, kaynamakta olan bir öfke patlamasının da işareti.

        Halbuki Osmanlı ve Cumhuriyet en ihtiyacı olduğu yıllarda hep baskı altındaki halklara kapısını açmış, bu halklar daha sonra ülkemizin, kültürümüzün çimentosunu oluşturmuş, büyük izler bırakmıştır. Sefarad Yahudilerinden İkinci Dünya Savaşı’ndan kaçan Alman aydınlarına kadar... Azınlıklara muamele konusunda her zaman iyi sınav vermedik, ama tarihte iyi niyetli çabalarımız da oldu.

        SURİYELİ NEFRETİ

        Sayıları milyonları bulan Suriyeli göç- menler de artık Türkiye’nin bir gerçeği. Bir süre sonra vatandaş olup gündelik hayata dahil olacaklar. İleride çocukları burada doğacak, Türkçe konuşacaklar. Bir kısmı şimdiden iş hayatına atıldı...

        Bu kuşkusuz ABD’deki işçi sınıfındakine benzer bir tepkiye yol açacak; kestirmek için kâhin olmaya gerek yok.

        Bugün “Suriyeli göçmenler Nişantaşı’na kadar geldi, çok rahatsız oluyoruz” diyenler, yarın “Benim yerime nasıl Suriyeliyi işe alır?” diye hiddetlenecek.

        Bir demagogun siyasi malzeme yapmasına son derece elverişli bir ahlaki panik bu.

        Ya Türkiye’de Cem Uzan’a benzer bir demagog yeniden sahne alıp en milliyetçi seçmenin bile telaffuz etmekten çekindiği sözleri en aşırı noktasından tutup söylemine taşırsa: Suriyeli göçmenleri kovacağım, duvar öreceğim, Kürtleri trenlere bindireceğim, Amerika en büyük düşman, başörtülüleri cezalandıracağım, bütün Yahudiler ölmeli...

        Türkiye siyasetinde farklı siyasi dalların dillendirdiği korku ve nefret söyleminin tamamını sahiplenen bir demagog.

        Onu nasıl durduracağız? Belki de Erdoğan’ın yeni referandum kararını imzalamadığı her gün bunu düşünmemiz ve sistemi daha da kuvvetlendirecek birtakım tedbirler almamız için bir fırsat.

        BU KIŞ DİKTATÖRLÜK GELECEK Mİ?

        Demokrasi konusunda hangimiz daha ilerideyiz? Bir Cumhuriyet olan ve demokrasiyle yönetilen Türkiye mi, yoksa bir anayasası bile olmayan ve yönetimi biçimi monarşi olan İngiltere mi? Demokrasi özünde bir zihniyet meselesi, kâğıda yazılı kurallar bir yere kadar etkili.

        Yılmaz Esmer’in “2012 Türkiye Değerler Atlası”na göre Türkiye’nin yüzde 87’si eşcinsel komşu istemiyor. Yüzde 84 çok içki içen, yüzde 76 AIDS hastası, yüzde 68 Tanrı’ya inanmayan, yüzde 66 nikâhsız yaşayan çift, yüzde 56 da Yahudi komşuya karşı... Özellikle “yüzde 50”nin üzerindeki oranları seçtim, çünkü tahammülsüzlük tek bir partinin, seçmenin tekelinde değil, toplumun tamamına yayılmış.

        CHP’ye bu yüzden kızıyorum. Hadi bir taraf muhafazakâr, bunu da gizlemiyor. Ama ilerici olması beklenen CHP’nin önerdiği aslında daha fazla demokrasi veya özgürlük değil. Mevcut iktidara aynen sahip olmak; belki televizyonda dudaktan dudağa öpüşenlere ve meme gözükmesine itiraz etmezler ve gazeteciler aleyhlerinde yazabilir. Ama büyük ve ilerici bir politika devrimi vaat etmiyorlar. Bu kadarıyla yetinmeyi kabullenemiyorum.

        SİSTEMİN SİGORTASI

        Türkiye’de aşırı demokrasinin bayraktarlığını yapacak herhangi bir siyasi hareket olmamasının nedeni, toplum nezdinde talep olmamasından. Dahası, dünyada otokrat liderlerin yükselmesiyle demokrasi giderek değer kaybediyor. İdeal değil, aksine korkutucu.

        Ama ya bu sınırlı, hiçbirimizin beğenmediği çarpık demokrasimiz aslında sigortamızsa?

        Aristo mantığıyla Türkiye’de hiçbir zaman aşırı demokrasi olmadığı için tiranlaşma da olmayacak demiyorum; ama tiran bu mevcut düzenden çıkmayacak.

        Teori “paradigma kayması” için dışarıdan, yeni, tecrübesiz bir kişinin dahlini şart koşuyor. Erdoğan ve arkadaşları 2002’de bu tarife uyuyorlardı; rejim değişmedi.

        Bu hareketin mevcut demokratik rejimden çıktığı ve sistemin bir parçası olduğu vurgusu bu yüzden önemli. Şimdi zaten yerleşik ve tecrübeliler.

        Bir diktatör gelirse o Erdoğan olmayacak.

        Önemli olan referandum ya da bir sonraki başkanlık seçimi değil, sistem ileride ortaya çıkması muhtemel bir demagogun önüne geçecek kontrol mekanizmalarını oluşturabilecek mi?

        Diğer Yazılar