Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Geçenlerde “Hayır” cephesinden Mine G. Kırıkkanat’ın Cumhuriyet’teki yazısını okudum. “Bu ülkede, demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde yoksulların hayal bile edemeyeceği bir fırsat eşitliği vardır” diye yazıyor.

        İlk anda “Hadi canım sen de” denecek kadar abartılı geliyor kulağa. Ama gerekçesini açıklıyor.

        “Yırtık ayakkabılı, paltosuz, yarı aç çocuklar kilometrelerce yürüyerek okula gider ve başarırlarsa; en iyi üniversiteleri kazanabilir, mühendis olur, doktor olur, işadamı, hatta politikacı olur, Meclis’e girer, başbakan seçilir, Cumhurbaşkanlığı koltuğuna bile oturabilir ve kimse, kimse, onlara ‘Sen kimsin ki bu mevkilere yükselebildin’ demez, aşağılamaz, küçük görmez, aksine başarısını takdir eder, saygı gösterir.”

        Hakikaten de sınırlı gelişimine ve demokrasi anlayışına rağmen Türkiye’de sistem herkese açıktır aslında. “Oysa demokrasinin beşiği sayılan ülkelerde, ancak karnı tok, sırtı pek ailelerin çocukları parlamentoya girmeyi hayal edebilir ve yalnız varsıl çocukları, o da öyle rasgele değil, aile geleneği olarak general, orgeneral ve genelkurmay başkanlığını hedefleyebilir” diye devam ediyor Kırıkkanat.

        İronik belki, ama mevcut iktidar Kırıkkanat’ın özetlediği Türkiye gerçeğini en iyi kavramış siyasi parti aslında. Türkiye’de herkesin bir şey becerebileceğini ama bunun yolunun çalışmaktan geçtiğini herkesten iyi anlayıp bütün sistemi bunun üzerine kurdular. Bu yüzden de çalışmayı hiç bırakmadılar.

        BU SON ŞANS!

        Sadece yol yapmaktan, havalimanı açmaktan bahsetmiyorum. Sahayı, teması, örgütle, seçmenle iletişimi hiç koparmadılar. Bu konuda yapılmış onca araştırma var. İktidar partisinin kurduğu ağ, taban ile tepe yönetimini sürekli temas halinde tutuyor.

        Türkiye’de son altı-yedi yıldır her seçimden önce “En kritik dönemeç” deniyor, “Bu son şans” diye ekleniyor ve türlü felaket senaryoları çiziliyor. Ama öyle ya da böyle güneş ertesi sabah yeniden doğuyor, en önemlisi Türkiye batmıyor. Öyle sağlam temeller üzerine kurmuş ki Atatürk ülkeyi, ne kadar sallanırsa sallansın çökmüyor.

        Sandık sonuçlarının en büyük etkisi psikolojik. Yenilenler karamsarlığa kapılıyor, pes ediyor, içine kapanıyor. Genellikle neden kaybettikleriyle ilgili herhangi bir sorgulama yapmadan ilerliyorlar ve kısırdöngü kendisini tekrar ediyor. Haziran seçimlerinde olduğu gibi kısa anlı psikolojik üstünlüğü iktidara teslim etmek de hiç zor değil, çünkü muhalifler beceriksiz.

        İKİ İHTİMAL

        EVET ÇIKARSA

        Hayır cephesi yine bozguna uğradığını hissedecek önce. Bir süre sonra hiçbir şey değişmeden 2019 seçimlerine gidilecek, bu sefer umutlar yine sandığa bağlanacak ve bu kısırdöngü kendisini tekrar etmeye devam edecek.

        Oysa 17 Nisan sabahı bir restorasyon fırsatı olmalı. Kimse yetersiz siyasetçilere mahkûm olduğunu düşünmemeli. Kırıkkanat’ın yazdığı gibi köyünden kilometrelerce yürüyerek okula gidenlerin Türkiye’yi değiştirdiğini hatırlamalı.

        Hayır cephesinin kendini yenilemesi, yola kiminle devam edeceğini sorgulaması, gerekirse muhalif partileri işgal edip değişime zorlaması gerekiyor. Bu çok ciddi bir çalışma gerektiriyor kuşkusuz. Genellikle tembellikle özdeş muhaliflerde olmayan bir güç bu.

        HAYIR ÇIKARSA

        Muhalif partiler kendilerine haksız bir pay çıkararak zafer sarhoşluğu yaşayacak. Bu sarhoşluk ve yanılsama aylar sürecek, o arada da kazanılan kısa süreli psikolojik zafer çoktan eskimiş olacak. Kısacası eski tas eski hamam muhalifler için.

        İktidar partisi ise hemen o sabah tekrar çalışmaya, kendini sorgulamaya, hatalardan arınmaya başlayacak, bunun için bir girişim başlatacak ve pes etmeden ilerlemenin yollarını arayacak. Bir kesimin neden sürekli kaybettiği, diğerinin neden kazandığının formülü burada gizli işte. Pes etmemek.

        TOPLU REKLAM

        Doğan Kitap’tan ne zaman bir kitap yayımlasa Hürriyet tam kadro promosyona destek oluyor. Stenograf gazeteci Hande Fırat’ın kitabı da böyle olmuştu, reklamın arkası kesilmedi.

        Hadi o kitabın biraz güncelliği vardı.

        Şimdi Hürriyet’te bir “papyonlu monşer” dalgası sürüyor. Önce Ertuğrul Özkök yazdı, ardından Ahmet Hakan ve son olarak da Mehmet Y. Yılmaz. Tabii monşerle bir de uzun söyleşi yapıldı.

        Takip edin, devamı gelecektir. Ben okuduğunu anlamayacak olsa da sırf göze girmek adına Melike Karakartal’ın da monşerin anılarını tanıtmasını bekliyorum doğrusu...

        Peki bu abartılı tanıtım haksız rekabet değilse nedir? Hürriyet’te Doğan Kitap’tan çıkan kitaplara yönelik tanıtımlar ile diğerlerini kıyaslamak iyi bir inceleme olabilir.

        Merak ettiğim şu: Şirket politikası mı yoksa tanıtıma gönüllü katkı mı?

        ARTILAR/EKSİLER

        STÜDYO DAİREDE YAŞAM

        - Mutfakta yemek yapınca bazen yatak çarşaflarına kadar siniyor koku.

        - Yatılı misafir kabul etmek, aynı yatakta yatmadığı sürece, epey zor, hatta imkânsız.

        - Gece çamaşır yıkayayım ya da kurulatayım demek bir eziyet. Makinenin gürültüsünden kaçacak yer yok.

        - Bazen insanın ikinci bir mekâna ihtiyacı oluyor, mecburen evden çıkmak zorunda kalıyorsunuz.

        - Hayat yatağın üstünde geçiyor: Yemek yemek, televizyon izlemek, okumak, evden çalışmak... Kimi uyku terapistlerine göre bu uyku bozukluklarına da yol açıyor. Yatak sadece sevişmek ve uyumak için kullanılmalıymış.

        - Neyi nereye koydum derdi azalıyor, bir şey kaybetmek zorlaşıyor.

        - Evi temizlemek, derleyip toplamak daha kolay.

        - İnsan yüklerinden kurtuluyor, az eşyayla yaşanabileceği kanıtlanıyor.

        - Otel hayatının benzeri çekiciliği var, bir tür dinamizm, bir hareketlilik katıyor insana.

        - Apartman koridorunda gürültü yapanların sesi aynen evin içine giriyor, herkes yan odadaymış gibi bir his var evin içinde sürekli.

        - Yatarken “Klimayı içeride odada açayım, yatak odasını da soğutur” ihtimali yok. Dereceleri çok iyi ayarlamak gerek.

        - Kapıya gelenler içeri girmese de bütün evi görüyor.

        - Her gün yatağı toplama disiplini veriyor insana.

        #DüzeltmeServisi

        DAKOTA'NIN LANETİ

        Bu kez çuvaldız bizim gazeteye. Önceki gün John Lennon’la ilgili bir haber yayımlandı. Haberde yazdığı gibi Lennon kaldığı otelin önünde değil, evinin önünde öldürüldü. New York’ta Central Park’a nazır, 72. Sokak’taki meşhur Dakota binasının önünde...

        Bugün parkın tam evin karşı- sına gelen bölümünde Lennon’ın anısına “Strawberry Fields” yer alıyor.

        Bu vesileyle kentin en simge dairelerinden biri hakkında da birkaç filmi attırayım bari...

        Lennon’ın ölümü Dakota binasının laneti teorilerinde bir sayfaydı sadece. Zira film aynı zamanda çocuklarını şeytanın ele geçirdiği bir çiftin hikâyesi olan “Rosemary’nin Bebeği” filmindeki binaydı. Filmin yönetmeni Roman Polanski’nin taciz davasından önce, lanet Manson tarikatı tarafından öldürülen eşi Sharon Tate’i vurmuştu.

        Diğer Yazılar