Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bugüne kadar duyduğum en saçma savunma, geçen hafta Sibel Can’ın oğlu Engincan Ural’la ilgili bir magazin haberinde karşıma çıktı. Şişli’de “lüks bir otel”de kalan Ural’ın eşyaları çalınıyor, sanık da “Alkollüydüm, kendi odam sandım, ardından pahalı eşyaları görünce alıp kendi odama götürdüm” diye kendisini savunuyor.

        Lüks bir otelin bir başka odasında kalabilen sanığın neden hırsızlığa yeltendiği bir muamma. Ural’ın kapıyı saat 11.00 gibi açık bıraktığı, sanığın da birkaç dakika içinde içeri girdiği kamera kayıtlarından tespit ediliyor. Daha öğlen olmadan odasının yolunu karıştıracak kadar sarhoş olan hırsızın eylemi sadece birkaç dakika sürüyor. Hollanda’da yaşayan sanığın yurtdışı yasağı kalktığı için bu davanın akıbetini de büyük ihtimalle öğrenemeyeceğiz.

        BABA VE OĞUL

        Ama eminim Engincan Ural merak iştahımızı kabartan başka haberlerin öznesi olmaya da devam edecek. Ait olduğu diğer ünlü çocukları kuşağına kıyasla ayrı bir yerde duruyor Ural. Seda Sayan’ın oğlu öyle ya da böyle amatör futbolcuydu, şimdi Acun ve Arda’yla takılıyor ve yine de peşinde bir gazeteci ordusu dolaşmıyor. İbrahim Tatlıses’in gerçek adı İbrahim olan ama “İbrahim Derya Oğlu”nun kısaltması İdo olarak bilinen oğlu müzikle uğraşıyor, iyi kötü bir şeyler üretiyor; onda da pek malzeme yok ama, biraz renksiz.

        Üçüncü kuşak şöhret olan Engincan Ural’ın özel bir şey yapması gerekmiyor, pek bir çabası olduğu da söylenemez. Ağzında altın kaşıkla doğdu denilecek birinden başka türlüsü beklenemez zaten.

        Televole yıllarının unutulmaz çekimlerinin birinde Miami’de dev bir limuzinle gezen Sibel Can, “Doğrusu benim için önemli değil, ama çocuklar rahat ediyor” demişti kameralara, zamanında bize çok görkemli görünen ama aslında Miami standartlarında mütevazı olan apartman dairesine girmeden önce. Babası deseniz 18 yaşındaki kızını dudağından öpüyor; böyle bir aile modelinin ürünü. Birkaç sene önce Engincan Ural haber olmaya başlayınca Sibel Can’ın çantacılarından birine, “Bu çocuk anneye mi babaya mı çekti?” diye sormuştum da karşımdaki kendisini tutamadan gülmüştü. Bütün hayatını bir dolaba hapsolmuş gibi yaşadığı hissi veren Hakan Ural’ın sıradan bir şarkıcının oğlu olma ötesinde bir işlevi yoktu. Oyuncu falan diyorlardı bir ara, ama kim kimi kandırıyor... İstanbul’un Anadolu yakasında döviz büfesi, gayrimenkul işi falan vardı ama bütün bunlar da Hakan Ural’ı “işadamı” yapmaya yetmiyordu tabii. Onun trajedisi ünlü bir babanın oğlu, daha ünlü bir kadının eşi olarak bir türlü parlayamamak ama kendisini sürekli kanıtlamak zorunda hissetmesiydi. Bambaşka bir kuşağın ezberi bu.

        Oysa oğlunun umurunda değil. Kameralar gardırobuyla ilgiliydi başta. Biraz süslü giyindiği için ilgi çekmesi doğal. Gerçi giydiği hemen hiçbir şeyin üzerine yakışmaması, vücut yapısıyla kostüm seçimlerinin orantısızlığı ister istemez ilk başlarda onu gülünç duruma düşürüyordu. Rap hayranı, belli ki Kanye West’te falan görüp hemen satın alıyor Bal Harbor’daki mağazalardan.

        Amerika’da olsa çoktan arkadaşlarıyla reality show teklifi almıştı, bizde ise kedi-fare oyunu gibi basın ona bir şey dedirtmeye çalışıyor da ısrarla söylemiyor.

        Engincan Ural’ın trajedisi Türk magazinin bilindik klişe ve ezberlerle onu neredeyse bir sirk maymunu gibi sürekli dalga geçilesi bir malzeme olarak sunma ısrarı. Öte yandan kıyafetiyle her dalga geçildiğinde umursamayıp inadına grotesk dozunu (şort üzeri kürk parka) daha da artırması onun gücü. Sadece gazeteciler değil, sanırım etrafından da sanki sürekli birileri onu hizaya getirmek için uğraşıyor olmalı ki şu otel hadisesine kadar eskisi kadar sık haber olmuyordu.

        TÜRK TRAJEDİSİ

        Bir yanıyla bir türlü zincirlerini kıramayan babasının yapamadığı, olamadığı her şeyi yapma potansiyeli, maskülinite adına her türlü ezberi yerle bir edecek kadar özgürleştirici bir devrim figürü olabilir. Ama elbirliğiyle dalga geçerek, hizaya getirerek, diğerleri gibi sıradanlaştırarak yok ediyoruz. Tıpkı Hülya Avşar-Kaya Çilingiroğlu’nun kızı Zehra’ya yapıldığı gibi inadına belli bir prototipe uydurulmaya, ısrarla bir kutuya sokulmaya çalışılıyor ünlü çocuklar. Bir süre sonra elbirliğiyle bir arabesk trajedi de doğabilir, ki Engincan Ural’ın kısa şöhret yolculuğunda bu noktaya itilmek istendiğini de görmek mümkün.

        Sonu nereye varırsa varsam gözüm kamaşmaya ve her yaptığını ilgiyle takip etmeye devam edeceğim kuşkusuz. Ama sahiden, İstanbul’da 50 civarında dairesi, Nakkaştepe ve Levent’te birer, Bodrum’da da iki villası bulunan Sibel Can’ın oğlu neden otel odasında kalır?

        DÜNYANIN EN İYİ HAMBURGERİ!

        Son yıllarda başka hiçbir restoranın kulaktan kulağa böyle yayıldığında tanık olmadım. Giden herkes abartarak kendi tecrübelerini ballandıra ballandıra anlatıyor. 2012’de açılmasına rağmen son iki yıldır ilginin zirvesine ulaşan küçücük bir lokanta AuCheval, son yıllarda ABD’nin en iddialı yemek şehri olan Chicago’da.

        Rezervasyon yok, kimileri beş saat beklemiş kapıda ama değmiş.

        Birçok yemek sitesinde AuCheval’in hamburgerinin dünyanın en iyisi olduğu yazılıyor, yemek eleştirmenleri öve öve bitiremiyor.

        Yerinde inceledim geçen hafta. Şaşırtıcı bir şekilde şanslıydım.

        Akşam yemeği saatine yakın ama çok geç olmadan sadece bekleme süresinin ne kadar olduğunu öğrenmek için iki kişi gittik, anında oturttular.

        SÜRPRİZ VAR

        Bara yerleştik; zaten daha önceden gitmiş olan herkes mutfağı görmek için barda oturmayı tavsiye ediyor. Daracık bir mutfakta neredeyse bir fabrika hızında sürekli hamburger pişiyor. Mönüde başka yiyecekler de var ama kimin umurunda, herkesin ne sipariş verdiği belli.

        “Double” burgerin fiyatı 13 dolar, ama bir sürprizi var. Double denince üç hamburger köftesi geliyor, tekte ise iki. Yumurta ve bacon eklemek mümkün ayrıca.

        İki yıldır bu burger’i tatmayı bekliyordum, beklenti çıtam da çok yükselmişti doğal olarak.

        Ama...

        Ne yalan söyleyeyim artık çok az yiyecek beni etkiliyor. Hiç öyle hayatımı değiştirmedi, hatta etin çok pişmişliğinden ekmeğe ve tuz oranına kadar bir dolu kusur buldum. Patates kızartmaları mükemmeldi ama o kadar çok tuz koymuşlardı ki yemek mümkün değildi.

        Daha çok gittim, gördüm, yedim, başardım diye böbürlenmek için havalı bir yer sanki AuCheval. Sosyal medyada paylaşınca bilenlerin dibi düştü tabii... Hatırımda kalanlardan da bu yazı çıktı çıka çıka.

        HT100.DOCX

        Sayı saymasını bilmiyorum, buna rağmen yazılarımı numaralandırarak gazeteye yolluyorum. Çoğu zaman numaralar karışıyor, bazen bu yüzden eski yazıyı yeniymiş gibi yolladığım da oldu. Neyse ki gazeteyi yapanlar benden daha dikkatli.

        Kendi işimi zorlaştırıyorum ayrıca, arşivimden bir şey aradığımda bulamayayım diye...

        Yıldönümleri, köşe taşları falan da pek umurumda değil. Ama yazıyı yollamak için kaydederken fark ettim (Evet yazı bitince kaydediyorum dosyayı, bu kadar kötüyüm). Zaman durmuyor, 100’üncü yazım olmuş Habertürk’te. Engincan’a nasipmiş.

        Diğer Yazılar