Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BİLMEM söylememe gerek var mı? Yaklaşık 50 bin insanımızın canına mal olmuş, en az bir o kadarının da sakat kalmasına yol açmış bir savaş bu. Birkaç milyar dolar için yedi düvele el açmak zorunda kalmış Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son 30 yılda bu ölüm kuyusuna 600 milyar dolar dökmüş. Türkiye’nin koca bir coğrafyası kanla yıkanıp, memleketin dört bir yanında ocaklara ateşler düşerken birileri yaptıkları büyük silah anlaşmalarına, birileri de nefret kusan kalemleriyle köşeyi dönmeye yoğunlaşmış. Görevi bu ihtilafı sonlandıracak çözümler üretmek olan nice siyasetçi ise topu askere atıp kendi halkının evindeki yangından aşını pişirmenin derdine düşmüş.

        Hepimiz gayet biliyoruz ki bugün Kürt sorunu dediğimizde Türkiye’nin ayağına pranga misali takılmış bir meseleden bahsediyoruz. Meseleyi uluslararası arenada bir koza dönüştürenler iki tarafın da savaşı devam ettirmesi için her türlü oyuna başvurmuşlar.

        Bir millet, Kürt meselesi üzerinden salgılanan bölünme fobisiyle, yarım bir demokrasiyle yaşamaya, yarım ekmekle doymaya, “Öl” komutu gelince de koşarak ölüme gitmeye mahkûm edilmiş. Bu durum hiç kesintisiz tam 80 yıl boyunca devam etmiş. Osmanlı bakiyesi bir devlet Kürt meselesi eliyle hadım edilmiş.

        Memleket hep bıçak sırtında yürümüş. Tetiğe uzanan her parmak Sultan Sencer’le açılan bembeyaz kardeşlik sayfasını biraz daha karalamış.

        Ülkenin bir bölgesinin adı diğer bölgeleri için silah, ölüm, korku ve terörle eşanlamlı hale gelmiş. Kimi dağdaki kardeşini, haksızlığa diliyle de olsa isyan eden dostunu; kimi de asker, polis, öğretmen oğlunu veya arkadaşını bu ölüm kuyusuna kurban vermiş.

        “Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” derler. Ben de nereden nereye geldiğimizi hatırlatmak için yazıyorum bunları. Abdullah Öcalan’ın 28 Şubat’taki tarihi çağrısı bu ülke insanına her anlamda büyük bedel ödetmiş bir savaşın bitmeye yüz tuttuğunu belgeliyor. Barışa bu kadar yaklaştığımıza göre gün de sevinme, etrafa tebessümler saçma günüdür.

        İnanın akan onca kanın ardından yapılan bu çağrıya sevinmek için; ille de oğlu Hakkâri’de askerde olan bir ana, kızı dağa çıkmış bir baba ya da benim gibi Türk-Kürt kardeşliğine canı gönülden inanmış bir gazeteci olmak zorunda da değilsiniz.

        Silahların susacak olmasına sevinebilmek için süper bir demokrat olmanıza da lüzum yok.

        Memleketin Kürt illerine yatırım yapmış, dolayısıyla ekmeğini barışa bağlamış bir işadamı olmak durumunda da değilsiniz.

        Bu barışın Türkiye’yi dünyada sözü dinlenen bir süper güce dönüştüreceğine dair tezlere kafa patlatmış olmanız da gerekmiyor.

        Memleket insanının can güvenliğini, huzurunu, refahını her şeyin üstünde tutan tutarlı bir milliyetçilik idrakine ermiş olmanız da beklenmiyor.

        Hatta ve hatta bu barış çağrısına sevinmek için Türk veya Kürt olmanız de gerekmiyor.

        Öcalan’ın, yani PKK’nın kurucusu ve önderi olmuş bir şahsiyetin örgüte silah bırakmayı tavsiye eder noktaya gelmesine sevinebilmenin sadece bir şartı bulunuyor.

        Kayıtsız şartsız yapılan bu barış çağrısına sevinmek için sadece insan olmak, vicdan sahibi bir insan olmak yetiyor.

        İngiliz bilim insanlarının yaptığı bir araştırmaya göre barışa sevinemeyenlerimizin durumu ‘vicdan körelmesinden’ kaynaklanıyor.

        Vicdanını, dolayısıyla insanlığını yitirenin demokrat, sağcı, solcu veya milliyetçi gibi siyasi kimliklere sahip olması da beklenmiyor.

        Ülkesine barış gelirken üzülenlerin düştükleri bu durum; ekmeğini kan, nefret ve de savaştan kazanmak dışında bir şeyle açıklanamıyor. Zira sadece ekmek korkusu bir mahlukatı içindeki Tanrı’dan, vicdanından bu kadar uzaklara savurabilir.

        Lakin bu hayırlı ihtimal, ekmeğini kandan kazananlara kurban edilemez. 100 yıllık bir aradan sonra hakiki bir birlik ruhunda buluşmaya bu kadar yaklaşmış Türkiye halkı da bu barış kıvılcımını bu kan tüccarlarına söndürtmez!

        Diğer Yazılar