Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        İRAN’ın nükleer programı, 13 yıldır dünyayı ve bölgeyi en fazla geren meseleydi. Arap Baharı’ndan sonra yaşananlar, İran eksenli bu gerilimi biraz hafifletse de konunun gündemdeki niteliksel ağırlığı hiç değişmedi.

        Söz konusu olan şey siyasi, ekonomik, askeri, tarihi boyutları da bulunan küresel ve bölgesel bir sorundu. Doğrusu, İran izlediği dış politikayla sorunu dini ve mezhebi motiflerle süslemeyi de gayet güzel başarmıştı.

        Meseleyi çözme kabiliyetindeki ABD’nin ise İsrail ve otoriter Arap liderlere bağımlı olduğu farz edilen bir dış politikası vardı. İsrail ve Körfez’deki savaştan başka çıkar yol görmeyen ‘’danışıklı düşmanlarına” diplomatik çözüm seçeneğini kabul ettirmek hayli meşakatli bir işti. Tüm bu faktörlerin gösterdiği tek gerçek ise nükleer meselesini çözmenin kolay olmayacağıydı.

        Gelgelelim madalyonun bir de diğer yüzü vardı. Madalyonun bu yüzünde meselenin rasyonel çözümünün diplomasiden geçtiği yazıyordu. Ya diplomasi kazanacaktı ya da savaş kararı verilecekti. Üstelik savaş seçeneği de neticede nükleer silah üretmiş bir İran’ı kabullenmek demekti. Pentagon’un savaş senaryoları, İran’ın nükleer silah sahibi olmasını engellemiyor, hızlandırıyordu.

        Hal böyle olunca Obama’nın önünde de iki seçenekten başkası kalmıyordu. Birinci ve makul olan seçenek, İran’ı nükleer kapasitesinden olmasa da silah sevdasından vazgeçmeye ikna etmekti. Bunun karşılığında ise İran’a dünya ekonomi sistemine değişmeden, yani Japonya ve Çin gibi asimile edilmeden entegre olma hakkı tanınacaktı. ABD, 1979 İslam Devrimi’yle birlikte kurulan İran rejimini tasfiye etme emelinden vazgeçecekti.

        İkincisi ise başta bahsettiğim, aslında sorunu da çözmeyen savaş seçeneğiydi. Bu seçenekte İran, dünya ekonomisinden dışlanmaya devam ediliyordu. Batı ve Ortadoğu, savaşlı ya da savaşsız bir nükleer İran seçeneğine de alışmak zorunda kalıyordu. Üstelik nükleer silah sahibi olmuş İran, bölge ülkeleriyle gizli veya açık şekilde çatışmaya da hız veriyordu.

        Neyse ki Viyana’da İran’la varılan tarihi anlaşmayla birlikte ikinci seçenek rafa kaldı- rıldı. Evet, ABD’deki İsrail ve Körfez lobileri hâlâ atıp tutuyorlar ama “Onlara bakmayın” derim. Bu noktadan sonra geriye dönüş mümkün değil. Ne ABD Kongresi, ne İsrail lobisi, ne de mevcut durumdan nemalanmaya alışmış İranlı muhafazakârlar Viyana’da varılan anlaşmayı boşa çıkaramazlar. Zira bu anlaşma sadece İran ve ABD’ye bağlı değil. Dünyanın en güçlü 5 devleti daha bu anlaşmanın tarafı konumundalar. Anlaşmayı çöpe atmak isteyenler, karşılarında devletleri de bulacaklar.

        Gün, bu tarihi anlaşmayla ortaya çıkan realiteleri dikkatle okuma günüdür. Küresel güçlerin, çıkarları uyuştuğunda daha pek çok sancılı meseleyi çözebilecekleri net şekilde görüldü. İran tam 36 yıldır oyun dışında tutuluyordu. İran örneği gösteriyor ki, küresel güçlerin çıkarları öyle kolay kolay uyuşmuyor. Üzerinde konuşulan meselenin kaç yüz bin insanın canına mal olduğunun da bu devletler için bir önemi bulunmuyor. Varsa yoksa çıkar aranıyor.

        İran örneği gayet net şekilde ortaya koyuyor ki; figüran rolü biçilmiş bölgesel aktörlerin başrol oyuncusu gibi davranmaları bile küresel güçleri soruna ciddiyetle eğilip çözüm üretmeye itebiliyor. Türkiye’nin Brezilya’yla birlikte elini taşın altına koyarak İran’a Tahran Deklarasyonu’nu imzalatmasından 5 yıl sonra varılan nükleer anlaşma, bu gerçeği gözleri önüne seriyor.

        Türkiye ve Brezilya gibi iki bölgesel gücün İran dosyasına el atma “cüretini” göstermeleri, küresel güçlerin uzun bir aradan sonra ilk kez büyük bir sorunu çözmelerini tetikledi. Savaşların değil, diplomasinin kazandığı ve çözümlerin kutlandığı bir dünya için Türkiye gibi bölgesel aktörler, küresel güçlere rahatsızlık vermeye devam etmeli. Hayatın en genel kuralı devletler dünyasında da işliyor. Rahatsız olmadan ve etmeden hiçbir şey elde edilemiyor.

        Diğer Yazılar