Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ŞANGHAY İşbirliği Örgütü (ŞİÖ) mü, yoksa AB mi? Türkiye birbirinin zıttı gibi görünen bu iki örgütten hangisine üye olmalı? Bu kaçıncı oluyor artık emin olamıyorum, ama en az 10 yıldır AB’yle ilişkiler ne zaman kritik bir sürece girse ya da Ankara-Moskova arasında ne zaman sıcak rüzgârlar esmeye başlasa, kendimizi bu tartışmanın içinde buluveriyoruz.

        Tartışmanın bugüne dek değişmeyen bir noktası varsa, o da Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın konumu olsa gerek. Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu konudaki tavrı 10 yıldır zerre değişmedi. Kendisi kritik süreçlerde bizzat başlattığı bu tartışmada her daim Türkiye’nin ŞİÖ’ye tam üyeliğinden yana oldu.Nitekim daha önce bir Moskova ziyaretinde bu yöndeki fikrini Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’e de kameralar önünde anlattı. Öyle ki Putin bile yapılan bu teklife karşı hemen oracıkta bir cevap veremedi, “Buyrun gelin” diyemedi.

        Bununla birlikte Cumhurbaşkanı ne zaman ŞİÖ üyeliğini gündeme getirdiyse istisnasız bir şekilde, tek bir tuştan harekete geçtiği izlenimi uyandıran Batı medyası tarafından karalama kampanyasının hedefine konuldu. Doğrusu Şanghay İşbirliği Örgütü, Batı’nın askeri ittifakı NATO’nun karşıtı olarak görüldüğü için bu salvolar, saldırılar da şaşırtıcı gelmedi. Şimdi gelelim bu konuda benim ne düşündüğüme... Aslına bakarsanız bu meselede biraz kafam karışık diyebilirim. Meseleye basit bir gözle bakınca, Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmasında milletin ve devletin zararına olacak hiçbir husus olmadığı kanaatindeyim. Malumunuz ŞİÖ, 2013’ten beri zaten resmen diyalog partneri olarak kabul edildiğimiz bir örgüt. Şimdi ŞİÖ’ye tam üyelik söz konusu olursa, bunun da Türkiye’nin bölgesel ve küresel iddialarına güç katacağını, Türkiye’nin güvenlik kaygılarının biraz daha azalacağını düşünüyorum.

        Lakin dış politikadaki her tercih gibi bu mevzunun da bazı ama’ları var.ŞİÖ’nün savunma alanında işbirliğine dayalı bir örgüt olması dünya güç dengelerindeki konumu, bir NATO üyesi olarak Türkiye’nin konumu, bu üyeliği son derece netameli ve kritik bir hale getiriyor. Yani bu meseleyi kimsenin zarar görmeyeceği bir çerçeveye oturtmak hayli zor bir adım olarak önümüzde duruyor.

        Hal böyle olunca ŞİÖ’ye üyeliği savunurken Türkiye’ye zarar verecek algının aksine davranmak, küresel güçler arasındaki çetin çekişmenin kırılma noktası olmamaya özen göstermek de hayati bir önem arz ediyor. Öyle görünüyor ki bunun yegâne yolu; ŞİÖ’ye üyelik perspektifimizin AB veya NATO’ya alternatif arayışımızın bir göstergesi olmadığını mevcut müttefiklerimize anlatabilme becerimizden geçiyor. Yani bu noktada bugüne kadar kimsenin başaramadığını başarabilecek bir diplomatik süreç izlenmesi, en makul yol olarak öne çıkıyor.

        Batı’nın 15 Temmuz’dan Türkiye konusunda bazı dersler çıkarması gerektiğini de bu tartışmadan bağımsız olarak vurgulamak büyük önem taşıyor. NATO ve AB’yle Türkiye’ye karşı ayak oyunlarına yer olmayan bir ilişki tarzının kurulması, darbeler tarihimizin tekrar etmemesi bakımından kritik önem arz ediyor. Ne de olsa tarihin tekerrür etmemesinin yolu, aynı hataları yapmamaktan geçiyor.

        Eğer Batı İttifakı’yla bu tarzda, yani 15 Temmuz’daki gibi ihanete değil de hakkaniyete dayalı bir ilişki kurulamıyorsa o zaman Cumhurbaşkanı’nın ŞİÖ konusundaki tercihinin de esasında bir zorunluluktan kaynaklandığını görmek ve muhakkak bunun arkasında durmak gerekiyor.

        Netice-i kelam; mümkünse sayısız açıdan doğal ortağı, uzantısı olduğumuz Batı İttifakı’ndan kopmadan ŞİÖ’ye üyeliğin yollarını aramak, Türkiye için çok daha cazip bir tercihtir diyorum.

        Fakat, hakkaniyete dayalı bir ilişki mümkünken Batı İttifakı’ndan kopmadan ŞİÖ’ye üyelik mümkün değilse, o vakit de Ukrayna musibetini hatırlayıp bir kırılma noktasına dönüşmekten kaçınmamız gerektiğini düşünüyorum.

        Diğer Yazılar