Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        CHP bir türlü iktidarı alma şansına yaklaşamıyor bile. Adında halkçı olmasına rağmen halk ile bir türlü bağlantı kuramıyor.

        Yanlışlardan öğrenmek yerine yanlışları tekrar etmek meziyetmiş gibi davranıyor.

        Liderleri konuştuğu zaman kendilerinden zaten soğumuş olan halkı daha da kaybediyorlar. Bu duruma üzüldüğüm için, gerçek bir vatansever olarak CHP’yi iltidara taşımak için mütevazı bir öneriyi gündeme getirmek istiyorum.

        Bu ülkede bu haliyle CHP’nin iktidara gelebilmesi Türkiye’ye yurtdışından yeni halk ithal edilmesiyle olabilir ancak.

        Evet, yeni halk yani yeni seçmenler ithal edilirse ancak o zaman CHP’ye iktidar şansı doğabilir.

        Gerçi bu da kesin değil, çünkü yeni gelen halk CHP’yi uzun süre dinlerse onların da ona oy vermekten vazgeçeceği kesindir. Bu yüzden halk ithal edilir edilmez hızla seçim yapılmalıdır.

        Gerçi bu halk ithal etme fikri, bana değil Süleyman Demirel’e aittir. O bir seçimi kaybettikten sonra durumu “Ne yapalım kardeşim, halk mı ithal edelim yani?” diyerek ifade etmişti. Ben o günden bu yana bu halk ithal etme fikrini, Türkiye’nin gerçekten kurtulmasının yolunu açacak yöntem olarak görürüm.

        Gerçi bu tek çözüm yolu da değildir. Eğer halk ithal etmek gerçekçi gelmiyorsa kendimizi ihraç da ettirebiliriz. Evet, CHP’yi yeni halk ithal etmek kurtarabilecektir, ama halkın buradan gitmesi, yani halksızlaşma da onu kurtarabilir. Belki bu ikinci yöntem daha da pratiktir. Çünkü bu ülkede yeterli teşvik alacağını düşündüğü takdirde her şeyi, her zaman ihraç edebilecek insanlar daima bulunabilir.

        (Not: Bu yazının esin kaynağı, Jonathan Swift’in 1729 yılında yazdığı “A Modest Proposal- For preventing of the children of poor people from being a burden to their parents or country, and making them beneficial to the public” (Fakir ailerin çocuklarını ailelerine ve ülkeye yük olmaktan kurtarmak ve onları ülkelerine ve topluma faydalı hale getirmek için mütevazı bir öneri) başlıklı makaledir. Swift, sadece “Mütevazı Bir Öneri” başlığıyla tarihe geçmiş olan bu hicvinde, fakir ailelerin bebeklerini pişirip yemeleri durumunda hem açlıktan kurtulacaklarını hem de ülkeye yararlı bir iş yapmış olacaklarını yazmıştır.)

        BİR FOTOĞRAF

        Ne kadar sıradan. Öylesine bakılıp unutulacak bir fotoğraf değil mi bu?

        Adamın suratı da kıyafeti de sıradan; hemen her mahallede karşılaşabileceğiniz türde bir adam bu. Hiçbir özelliği yok. Yakışıklı değil, iyi de giyinmemiş. “Barmen olarak çalıştığı işyerine gidiyor” deseniz de inanırım, “Yok hayır, o bir terzi ustası” deseniz de... “Bu fotoğrafı hatırlamak için üzerine yazı yazmak için nedenimiz yok” dersem itiraz edecek olmaz herhalde.

        Ama bu fotoğrafın hikâyesini anlattığımda, bu adamın kim olduğunu söylediğimde bakalım duygularınız değişecek mi?

        Fotoğraftaki adam, dünyanın en büyük şairlerinden W.H. Auden. Nasıl, fotoğraftakinin o olduğunu öğrendikten sonra fotoğraftaki yanlızlık, kar, adamın suratındaki donuk hüzün başka anlamlar alabiliyor değil mi? Hele bir de fotoğrafı çekenin kim olduğunu öğrenince benim gibi bu fotoğrafa tutkuyla bağlanabilirsiniz.

        Fotoğrafı çeken kişi de meşhur Richard Avedon. Manhattan’da karlı bir günde dolaşırken karşısına W.H. Auden çıkıveriyor ve fotoğraf ustası yanından hiç ayırmadığı makinesini çıkarıp basıveriyor deklanşöre.

        Yani her fotoğrafçının hayalini kurduğu, hayatı boyunca beklediği şey oluyor: Spontanelik yakalanıyor.

        FOTOĞRAF USTALARI KÖRLERİ SEVER

        Kendisine fotoğraf makinesinin doğrultulduğunu gören her insan elinde olmadan otomatik olarak poz verir. Bu da fotoğrafçının aradığı sadeliği, normalliği bozar. Bu yüzden fotoğraf ustalarının en sevdiği portreler kör insanlarınkilerdir.

        Richard Avedon, bu fotoğrafta ünlü şairi beklemediği bir anda yakalamış ve onun normalini verebilmiştir. Bu, Avedon’un mesleki yaşamında da önemi olan bir fotoğraftır. Çünkü Richard Avedon, ünlü mankenlerin şık fotoğraflarıyla tanınıyordu, bu ise o ortamdan çıkışını, poz verenlerden, hep güzel görünenlerden kurtuluşunu göstermektedir.

        (“The ongoing moment” adlı fotoğraf sanatı hakkında kitap yazmış olan Geoff Dyer, “Working the Room” adlı çalışmasında Richard Avedon hakkında müthiş bir analiz de yapmış).

        SABAH SABAH

        PAZAR sabahı, her şeye rağmen mutlu olmak gibi bir kararlılıkla evden çıktım.

        Arzu ettiğim kıvamda espresso macchiato’yu bir türlü tutturamayan sabah kahvecime oturdum. Tutturulamayan kıvama rağmen kahvemi bile seviyordum. Mutluluk bile hissettim.

        Clapton’un çocuğu, 1991 yılında dairelerinin bulunduğu gökdelenin 53. katından düşüp ölmüştü. Eric Clapton, o günden sonra uzun süre gitarını eline alamadı, üzüntüden paralize olmuş haldeydi.

        “Tears in Heaven” (Cennetteki Gözyaşları) şarkısını ölen oğlunun anısına yazmıştı.

        O olaydan sonra ilk kez gitarı ele aldığı gece, ben de oradaydım.

        New York’un Queens semtinde Shea Stadyumu’nda Eric Clapton ve Elton John bir konser veriyorlardı. (Gecenin ilerleyen saatlerinde birlikte de çalıp söylediler). Konseri beklerken elimdeki dergiyi okumaya dalmıştım. Birden olağanüstü büyülü bir gitar sesiyle yerimden fırladım. Eric Clapton, sessiz sedasız sahneye çıkmış ve gitarının teline dokunmaya başlamıştı. O dokunuşta son bir yılın tüm hüznü, tüm duyguları vardı. Gitarın üzerinde sanki bir meleğin eli dansediyordu.

        İlk şarkı olarak “Tears in Heaven”ı söyledi. Şarkı ilk kez topluma açık yerde söyleniyordu. Clapton’un sesi de hüzünden buğulanmış daha da dokunaklı olmuştu. O büyülü ortamda olup da ağlamamak mümkün değildi.

        Pazar sabahı durup dururken bunları hatırladım. Size bir şey söyleyeyim mi, o geceyi bunca yıldan sonra bile hatırlayıp yine ağlamamak da imkânsızmış.

        Diğer Yazılar