Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir hobi olarak yıllardır yayın yönetmenlerini gözlemliyorum. Bir ara kendimi de gözlemledim tabii ki. Sonuç itibarıyla bir tür olarak onlardan pek hoşlandığım söylenemez. O görevde olduğumda kendimden de hiç hoşlanmıyordum, hatta tiksindiğim bile oluyordu.

        Ama dişinizi biraz sıkıp tahammül çıtanızı yükselterek dayanırsanız, bu türün bile bazı güzel yanları olabiliyor. Bunları tanımanın da yararı var. Sonunda genelde tanımış olduğunuza pişman da olabilirsiniz, ama dediğim gibi iyi yanları da olabilir.

        Ertuğrul Özkök’le uzun maceramı biliyorsunuzdur. Bir arada neredeyse hayatımızı tüketiyorduk. Uzaktan ciddi göründüğüne bakmayın, olağanüstü tuhaf ve absürt bir adamdır. Espriden anlar, mizahı yaşar, bu yönden bir mizah yazarı açısından bulunmaz bir kaynaktır.

        Diğerlerini tek tek yazmayacağım, kendimi de anlatmayacağım, ama keşfettiğim acı bir gerçeği yazmalıyım. Gördüğüm kadarıyla ortalıkta çok tehlikeli bir virüs dolaşıyor. İlginçtir, bundan sadece yayın yönetmenleri etkileniyor olmalı. Çünkü normal insanlarda bu tuhaf, absürt davranışları göremiyorsunuz. Virüs bir tür kişilik bozukluğuna yol açıyor.

        Kendilerini tutmadan yalan söylüyorlar. İlk önce size bir umut veriyorlar, aradan bir saniye bile geçmeden bunun neden olamayacağını anlatıyorlar.

        Bu korkunç bir hastalık olmalı; çünkü hepsinde var. Ben de böyle davranmıştım.“Maaşını artıracağım” dediğim yüzlerce insana akabinde bunun aslında neden olmayacağını anlatmıştım. Hepsine de farklı ve gerçekçi nedenler söylemek bayağı bir başarıydı. Bunu kabul etmelisiniz.

        Üstelik bu hastalık galiba kişi yayın yönetmenliğinden ayrılındığında da sürüyor olmalı.

        Örneğin Ertuğrul Özkök, her konuştuğumuzda “Yemek yiyelim” dedikten sonra hemen bunun neden olamayacağını anlatıyor. Galiba yaratıcılığını da kaybetmiş durumda; çünkü hep aynı gerekçeyi söylemeye başladı. Adam daima diyette. Belki testosteronu da başına vurmuş olabilir.

        Önceki gün Selçuk Tepeli’yle konuşuyorduk; zavallının aynı hastalıktan mustarip olduğunu üzülerek gördüm. Benim hiçbir provokasyonum olmadan, “Abi bir gün viski içelim” dedi.

        Bu, günlerce çölde susuz kaldıktan sonra bulunan adama “Su ister misin?” sorusu kadar gereksiz bir soruydu. Sormak yerine hemen viskinin doldurulmaya başlanması gerekiyordu. O soru bitmeden önce ben ikinci dubleye bile geçerim.

        Ona bakışlarımdan anlamış olmalı ki, “Hem de Japon viskisi içeriz, olur mu?” diye sordu. Adamın galiba cevabını bildiği soruları sormakta bir tür uzmanlığı olmalı. Yine sadece baktım, anladı.

        Sonra yalanlar bölümüne geçildi. Ben “Ne zaman içeriz?” deyince, “Japon viskisini bulunca içeriz” dedi. Tabii “Ne zaman bulursun?” diye hemen sordum.

        “Bir sorun var, bu viski hiç bulunmuyor. Bulunca da fiyatı astronomik oluyor. Ben bir yudumuna 50 dolar vermiştim Japonya’da” dedi.

        Anladığım kadarıyla bu yayın yönetmenim de beni, bu dünyada bulunması imkânsız bir viskiyi içmeye davet ediyordu. Adam Ertuğrul’dan bile daha hasta olmalıydı.

        Bana kaliteli bir Japon viskisinden bir yudum içmemin önerilmesini şahsıma yapılmış bir hakaret olarak kabul ederim. Ben viskiyi Churchill’in kullandığı tumbler bardakta dolu dolu severim. İsterse o bardağın fiyatı milyonlarca dolar olsun fark etmez; bu detayı sarhoş olduktan sonra düşünmemeye devam ederim.

        Katiyen bulunamayan ve bulunsa dahi satın alınamayacak bir viskiyi içmeye davet eden Selçuk Tepeli, bir yayın yönetmeni olarak saygımı kazandı. Şimdi beklentim Ertuğrul Özkök’ün de kendini aşması ve çıtayı yükseltmesinde. Belki o da beni gerçekte var olmayan bir lokantada yemeğe götürür. Böyle tuhaf şeyler bekliyorum artık.

        AHMET HAKAN'IN HATALARI BİTMİYOR

        Hayır bugün ekranda yaptığı hatalardan bahsetmeyeceğim, hem onlardan bahsetmeyi bir yazıda bitirmek mümkün değil, onun için bir “A’dan Z’ye hatalar” ansiklopedisi gerekiyor.

        Bırakın ekranı Ahmet yazıda da büyük hatalar yapmaya başladı.

        Örneğin, önceki gün evde çalışmak ile ofiste çalışmayı kıyaslayan bir yazı kaleme almış. Bu yazı beni gönlümden yaraladı, acılarımı depreştirdi.

        Neymiş efendim, ofiste hiyerarşi varmış, evde hiyerarşi yokmuş. Yemezler, bu yalan, hem de beni yaralamak için özellikle uydurulmuş bir yalan.

        Benim home ofisimde olağanüstü katı disiplin ve bir hiyerarşi var. Evde Rana söylüyor, hep ben dinliyorum. O bağırıyor, ben “Haklısın” diyorum. O sürekli buyuruyor, ben yapıyorum. Bu yüzden evdeki hiyerarşi çok daha korkunç ve acımasız.

        Ofiste ise ben bağırıyorum, çoğunlukla beni dinliyorlar. Ofiste tek bağıramadığım an, Rana’nın bana telefon ettiği dakikalar. Televizyonu boşver Ahmet kardeşim, yazıda da böyle vahim yanlışlar yapmayı sürdürürsen bak o zaman bozuşuruz, tamam mı?

        YOĞUN BAKIM

        Benim arada bir yoğun bakımda yatacak kadar hasta olmak gibi pek şık ve sevimli olmayan bir âdetim var. Hatta bazen hastalıklarım o kadar kötüydü ki, ben öldükten sonra hademeler yorulmasınlar diye beni morg kapısına yakın yatağa yatırmışlardı. Bir ara komadan çıktığımda bu durumu görünce az daha korkudan ölecektim.

        Şimdi bir haber duydum, yoğun bakımlarda Kuran-ı Kerim okutacaklarmış. Buna prensip olarak karşı değilim, hastalara iyi gelir diye yapacaklarını da biliyorum. Ama ben bir yoğun bakım “frequent traveler”i olarak bunun pek de güzel bir fikir olmadığını düşünüyorum.

        Durumu şöyle açıklayayım: Yoğun bakımda morga yakın bir yatakta yatırıldığım günü düşünelim. O gün bir ara komadan çıktığım zaman birden Kuran-ı Kerim okunduğunu duysaydım, “Madem cenazem kalkıyor, bari gelenekler yerine gelsin” diye ölebilirdim.

        Böylesine nazik bir insanım ben. Gelin bu yanlıştan geri dönün; yoğun bakımlarda çılgın dans müzikleri çalalım, votka shot ikram edelim, hemşireler yerine seksi sanatçılar içeriye sokalım ki hastalar hayata sarılsınlar. Bu yoğun bakım “frequent traveler” arkadaşınıza kulak verin.

        Diğer Yazılar