Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        ABD tarihinde çok meşhur olan bir O.K. Corral düellosu vardır. Hakkında kitaplar yazılmış, filmler yapılmıştır. O düelloda yer alan iki en önemli isim Wyatt Earp ve Doc Holliday’dir.

        Hatta Wyatt Earp, karşısına dizilen kalabalık haydut grubuna bir baktıktan sonra etrafında kimse olmadığı halde, “İş size düşüyor Smith ve Wesson” dediği de söylenir.

        Bu söz ağzından çıkar çıkmaz Wyatt Earp’in, Smith&Wesson markalı tabancalarını hızla çekip haydutların hepsini temizlediği de anlatılır. Doc da cool bir adamdı. Karşısında tehdit gördüğünde kovboy lehçesiyle, “Looks like we got a problem hear” (Burada bir problem var gibi görünüyor) dedikten sonra onları öldürdüğü söylenir.

        BOHEM YAŞIYORUM

        Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın mayıs ayında Washington’a geleceğini duyduğumdan beri çok sevinçliyim.

        Hayır Erdoğan geliyor diye değil sevincim.

        Onun gelmesi bende üzüntü yarattı; çünkü onun burada olması benim çok çalışmam anlamına geliyor.

        Ben ise prensip olarak az çalışılmasından yanayım.

        İdeal kahramanım Oblamov’dur.

        Sosyal medyada bile bir bohem medya hareketine katıldım.

        Genç yaşımda hippi hareketine katılmaya bile üşenmiştim.

        Çünkü marihuana hazırlayıp yakmak çok zahmetli bir işti ve sadece buna üşendiğim için hippi olmadım.

        İş yapmayı sevmemeye ve bohem yaşamaya meylim hep aynı kaldı. Bu duygularım hiç değişmediği gibi yaşlandıkça daha da güçlendi.

        Bu yüzden Cumhurbaşkanı Erdoğan, Washington’a geliyor tamam ama ben de mecburen yorulacağım.

        Belki o zamana kadar Miami bürosuna atamam çıkar da sonra dinlenme imkânım olur diye düşünüyorum. Sevincim, onunla birlikte Selçuk Tepeli’nin de buraya gelme ihtimalinin olması.

        Ben Washington’da genel yayın yönetmeni ağırlamayı pek severim.

        Bu sevincim, hayvanat bahçesini gezmeye gelen küçük çocuğu kafesinin içinde aniden gören aslanınkine benzer.

        Geçmişte de vukuatlarımdan biliyorum, yayın yönetmenlerini Washington’da yani kendi kafesimde yakaladığımda onlardan bana çektirdiklerinin hesabını sorma şansı yakalarım.

        O.K. Corral düellosunu da bunun için durmadan hatırlayıp duruyorum.

        KAHRAMANLAR MEZARLIĞI

        Selçuk’la burada yaşayacağımız da bir tür düello. Ölüm olacağını sanmıyorum ama olursa da ölene “basın şehidi” deriz.

        Hatta burada belediyede tanıdığım var, yayın yönetmenini Arlington’daki kahramanlar mezarlığına bile götürebilirim.

        Eğer o düelloda ölen ben olursam, bana kimsesiz ve evsizlerin gömüldüğü yer olan Potter’s Field fazlasıyla yeter.

        Zaten burada seyahat ettiğim türde otobüslere binip de hayatta kalmayı başarmış bir insana Potter’s Field yakışır.

        Hayır ben burada yayın yönetmenlerine yönelik şiddet uygulamıyorum. Tercihim onlara iyi davranırken zarar vermek. Geçmişten bir örmek vereyim de durumu anlayın.

        Daha önce burada temsilciyken Ertuğrul Özkök de gelmişti. Evde uyurken onu boğmayı çok hayal ettim, ama kendimi tuttum.

        Acıdığımdan değil, daha sonra hapishanede ölmekten beter olacağımdan, yüz kiloya yakın bir adamın karısı olmayı kaldıramayacağımdan bu düşüncemden vazgeçtim.

        YÖNETMEN HASTALIĞI

        Bunun yerine onu Çin lokantasına götürdüm.

        Yılların tecrübesi bana öğretti ki, yayın yönetmenleri ben ne dersem otomatik olarak onun tamamen tersini yapıyorlar.

        Bu huy Selçuk’ta da var. O gün Özkök’e tabağındaki kırmızıbiberleri göstererek “Bunları sakın ha yeme” diye birkaç kez söyledim.

        Bunu yemesi için yaptım, “Yeme” der demez vallahi yiyeceğini biliyordum.

        Onun bir huyu var, hiç durmadan konuşur.

        Bu da bir yayın yönetmeni hastalığı olmalı; çünkü tanıdığım tüm yayın yönetmenleri böyle, bilmem anlatabiliyor muyum?

        Sonra ben kendi yemeğime daldım.

        Bir süre sonra masada bir tuhaflık olduğunu hissettim. Çünkü o konuşmayı durdurmuştu.

        Selçuk’un susması türünde bir mucizeydi bu.

        SURATI KIPKIRMIZIYDI

        Bir baktım Özkök’ün suratı değişmeye başlamıştı. Dudakları, “üst dudağı gökte, alt dudağı yerde” denilen durum var ya, öyleydi işte.

        Yüzü kıpkırmızıydı, ağlıyordu da. Tabii ki o biberlerden yemişti.

        Daha önce ben o biberi ağzıma yarım metre yaklaştırdığımda acı çekmiştim, o ise “Yeme” dediğim için onlardan üç adet birden çiğneyip yutmuştu.

        Umudum orada can vermesiydi, ama bir süre acı çektikten sonra iyileşti ve konuşmasını kaldığı yerden sürdürdü.

        Ben nerede kaldığını bilmediğim gibi onu dinlemiyordum ama bu da onu engelleyen bir durum oluşturmuyordu.

        Selçuk gelince onu da baharatları yoğun kullanan bir Hint lokantasına götürmeyi düşünüyorum, bilmem anlatabiliyor muyum?

        Diğer Yazılar