Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “WASHINGTON’a dönüşüne daha dört gün var, neden erken ayrılıyorsun?” diye sürekli soran babama, “Deli misin, tarihte ender rastlanabilecek bir büyük olayın gerçekleşmesi ihtimali var, bunu kaçırmam imkânsız, o yüzden birkaç gün de İstanbul’da geçirmem lazım” dedim.

        Allah onu ebediyete kadar başımızdan eksik etmesin Yayın Yönetmenim Selçuk Tepeli galiba beni yemeğe çıkaracaktı. Aç olmasam bile ona maddi zarar vermek için kaçıramayacağım bir fırsattı bu.

        Gerçi onunla bir defa yemek yediğimde iştahım tamamen kaçmıştı; çünkü o hayatını anlatıyordu. O hayatta, tarlalar, serbest gezen tavuklar, üzerine konan sinekleri kovmak için sürekli kuyruk sallayan inekler ve gübre tepesine konmak için bolca toplanan manda dışkıları var.

        Kabul etmelisiniz ki bunlar insanın iştahını pek tetikleyen şeyler değil, ama Selçuk için iştah açan konular. Babam yıllardır yayın yönetmenleriyle bitmeyen kavgamı bildiğinden beni anladı ve “Peki ne yapalım, gitmen gerekiyorsa git” dedi.

        Biraz hüzün var gibi geldi sözlerinde bana, ama biz başlıktaki şairin cümlesini tamamlayıp “Geriye sadece katı bir hüzün kalır” dememe kararında olduğumuzdan normal davranmaya karar verdik. Biz normal davranınca da otomatikman mizah yazısı çıkabiliyor ortaya

        Örneğin, ben rutin görünebilecek bir iş yaptım, her şey ondan sonra gelişti. Eczaneyi arayıp burun tıkanıklığına iyi gelecek bir sprey almak istediğimi söyledim. Babam, “Hemen telefonu kapat, çözüm bende” dedi.

        ‘ENFİYE’ Mİ DEDİN

        “Neymiş çözüm” diye sorunca da “Enfiye çekelim” dedi. Global düzeyde artık yasaklanmış olan enfiyenin neden onda olduğunu bilemiyorum. “Sende de mi nezle var, sen neden çekecekmişsin” diye sorunca da “Ben arada bir zevk için çekiyorum” dedi.

        Enfiye kutusunu önüme sürdü. Nasıl çekilmesi gerektiğini de gösterdi. Pablo Escobar gibi ustaydı bu işte.

        “Bu kaç yıllık bir enfiye baba?” diye sordum; çünkü rengi bir tuhaftı. Babamda eskiden kalma çok mal vardır, bir defasında onun 1969 yılından kalma bir yumurtayı yediğini ve yine de ölmediğini gördüm. Bu enfiyenin de o tarihten kalmış olması ihtimali büyüktü.

        Bu kadar fazla beklemiş enfiyenin bir kokaine dönüşüp dönüşmediğini de korkudan soramadım. Çektiğimde nedense hiç hapşıramadım, galiba direkt beynime gitmişti. İçimdeki katı hüzün bile dağılmış, hatta Washington’a döneceğimden dolayı sevinmiştim bile.

        Babam hapşırmaya başladı. Başladığında en az 25 kez hapşırır. Bu defa 24’üncüde bir olay oldu. Öyle güçlü bir şekilde hapşırdı ki, ben böyle hapşırabilen bir adamın kesin 110 yaşını göreceğine karar verdim. Ama görse bile alt damaksız yapacaktı galiba bu işi. Çünkü hapşırdığında alt damağının ağzından fırladığını gördüm. Dişlerinin takma olduğunu unuttuğumdan bu biraz panikletti beni, “Ya son hapşırmasında kafası da ileriye fırlarsa ne yaparım?” diye düşündüm.

        Sonra bana damağını arattı. Araması da bulması da hoş olmayan bir işti. Ankara’daki günlerimin zirvesi buydu. Neyse yatağın altında buldum. Bunu elle alıp kendisine vermemin imkânsız olduğunu deklare ettim. O da eline uzun bir sopa aldı. Beni falakaya yatırmayı düşünüyor sandım. Bu sopayı yatağın altına uzattı. Sopanın ucundaki mekanizma yatağın altındaki damağı kavrayıp aldı. Oturduğu yerden odanın her yerine erişebilme imkânının olduğunu o an anladım.

        Bir defasında yine yıllardır evde duran saf alkolü içtiği günü anlattı bana. Bunu içince yine hayatta kaldı, ama suratında siyah-beyaz çizgiler oluşmuş. Görenler onu Beşiktaş maçına gidecek bir fanatik sanmışlar. Bunun neden olduğunu ve bir insanın buna nasıl dayandığını tıp âlemi açıklayamıyor.

        “Keşke evde biraz olsa da yine içsem” dedi. Bir umutla “Fare zehrini sulandıralım, onu dene” dedim ama kabul etmedi. Coşkudan olsa gerek ağzındaki pipoyu düşürdü. Bacağına düşen kor halindeki tütünün verdiği büyük acıyı da algılamıyordu.

        “Bırak enfiyeyi, ben senin nezleni kesinlikle geçirecek çareyi biliyorum, gel benimle” dedi. Ve içinde öldürücü zehir olduğunu söylediği özel yetiştirdiği kaktüslerini gösterdi bana. “Denemek ister misin?” diye sorunca, “Başlarım katı hüzne filan, ben gidiyorum” deyip kaçtım İstanbul’a.

        Diğer Yazılar