Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Yaşlandıkça kış aylarından daha da nefret etmeye başladım. Vücuda rağmen sanki gençmiş gibi davranmaya çalışan beynim, artık yeşil çevre, sokak kafelerine oturabileceğim havalar, güneş ve parlaklık arzuluyor daima. Ruhum genç kalmaya direnmeye çalışan beynime uymayıp karamsarlık çukurlarında debelendiğinden kışa özgü grilik ve siyahlık bana hiç uymuyor.

        Saat 16.30 civarında hava karardığından ve sabah uyandığımda da hava sanki yine biraz sonra saat akşamüstü16.30 olacakmış gibi durduğundan ruhumun karamsarlığıgittikçe artıyor.

        Sanki hala daha gençmiş gibi direnmeye çalışan beynim ruhuma teslim olabilir bu mevsimde.

        Beynimi son direniş kalem olarak görüyorum.Gençmiş gibi davranabilen son organım o.

        İleride Alzheimerolduğumun işaretleri gelir ise intihar etmeyede karar verdim.

        *

        Durum böyle olunca bu mevsimde her zaman yaptığım gibi kitaplara, okumaya sığındım.

        İlber Ortaylı’nın ‘Bir Ömür Nasıl Yaşanır’ ve Orhan Pamuk’un ‘Manzaradan Parçalar’ kitaplarını başucumda tutuyorum.Ruhumun beynime daha sert güçle saldırmaya başladığını hissettiğimanlarda bu kitaplardan sayfaları yeniden okuyorum. Okudukça da ruhumun adeta masum bir dinginliğe kavuştuğunuhisseder gibi oluyorum. Bu az sürüyor ama yine de bu duyguyu hiç tadamamaktan daha iyidir.

        *

        Beynim hiç masum olmadı. Bununla gurur duyuyorum. Hatta ruhum yaşlanıp daha da karardıkça beynim daha da hınzırlaşmaya çalışıyor gibi.

        Hatta bu ruh-beyin çatışmasını hissettikçe acaba ben artık bir ‘dirty old man’ mi oldum diye düşünüyorum. Belki de olmuşumdur da ben farkında değilimdir.

        Sürecin nasıl işlediğini size anlatmaya çalışayım.

        Örneğin Orhan Pamuk’un kitabını sakince okumaktayım düşünün.

        Birden beynim saldırıya geçiyor, "Bak Flaubert, Louise Colet’e yazdığı mektupta ne demiş" diyerek şu cümlenin altını çiziyor aniden: "Bunları yazarken terliklerin tam önümde. Kahverengi küçük terliklerinin görüntüsü, ayaklarının onların içinde sıcacıkken yaptığı hareketleri bana hayal ettiriyor."

        Beynim işte, ne yapacağıneler düşüneceği kontrolsüz organım. Sanki o an düşünecek başka hiç bir şey yokmuş gibi Flaubert’in ayak fetişini düşündürüyor bana. Erkeğin beynini teslim alabilecek tek organ ben de artık bu güce sahip olmadığından bu düşüncelerihak ettiği biçimde daha ileri aşamalara artık götüremeden kısa kesiliyor.

        Veya okumayı sürdürürken bana yine sesleniyor beynim "Oğlum, her şeyi bırak da Laurence Stern’in Tristram Shandy’sini okumaya başla. O bana en çok uyacak roman" diyerek kafamı çelmeye çalışıyor serseri.

        *

        Birkaç ihmal ve unutkanlık nedeniyle eve yeni kitap okuma malzemesi akışında aksama oldu. Kütüphanedekileri ise en azından iki kez okumuş olduğumdan serseri beyin rahat durmuyor yenilikler istiyor durmadan. Ben de daha önce okurken almış olduğum notların bulunduğu defterimi karıştırmaya başladım.

        Notlarım arasında Kiergeeard’ın şu sözü vardı: "The most painful state of being is remembering the future." (En acı veren insanlık durumu geleceği hatırlamaktır)

        Evet bir yaşlının bence en yapmaması gereken şey geleceği hatırlamak olmalı. Hele benim ruh halimdeyse insan geleceği tamamen unutması gerekiyor. Umarım yeni kitaplarım hızla gelir çünkü not defterimin kapağını bir daha açmamaya kararlıyım.

        Diğer Yazılar