Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Daha önce belirtiğim gibi bende bu güne kadar açığa çıkarmadığım bir çöl sevgisi yıllardır var.

        Sanırım bu bende çocuk yaşlarımda Ankara’daki sinemalarda seyrettiğim, Türkiye’ye o yıllarda beş-altı yıl gecikmeyle gelen, Amerikan kovboy filmlerini izlerken başlamış olmalı.

        Film endüstrisi 1950’li yıllarda önemli bir teknik değişim yaşadı. Beyazperdede filmlerin görünümünde CinemaScope (sinemaskop) görünüm boyutuna geçildi. O zamana kadar filmlerin görünümünde akademi oranı denilen bir boyut uygulanıyordu.

        Fransız film eleştirmeni ve sinema teorisyeni Andre Bazin, Film Philosophy Journal dergisinde 1953'te yazdığı ‘Will CinemaScope Save Film Industry (Sinemaskop Film Endüstrisini Kurtaracak mı?) başlıklı yazısında bu yeni teknolojinin sinemaya yeni anlatım imkanları getireceğini anlatıyordu.

        CinemaScope görüntüsü özellikle beyazperdede yatay görüntülerin özellikle manzara ve arka plan görünümlerinin devasa muhteşemliği içinde perdeye aktarılmasına imkan veriyordu.

        Bu bazı destanların anlatıldığı filmlere uygundu. Kovboy filmleri (Western) de bu CinemaScope ile çekilmeye o günlerde başladı.

        Western adından da anlaşılacağı gibi bu filmler daha çok Amerika’nın batı bölgelerinde geçiyordu. Amerika’nın Batısı denilince özelikle çöl görünümlerini anlamak lazım. Bu yüzden dönemin kovboy filmlerinde arka plan görüntüleri olarak genelde muhteşem çöl görüntüleri bulunurdu.

        Örneğin ‘Beyaz adamın’ kafilesine saldırmak için ufuktan tozları kaldıra kaldıra yaklaşan Kızılderililer kafilesini görürken aynı zamanda çölün harika manzarasını da deneyimleme imkanınız olurdu. CinemaScope sayesinde beyazperdede geniş yatay görünümde yansıyan çöl manzarasında onun muhteşem vahşi güzeliğini görmek de mümkün oluyordu

        Sanıyorum bu ve benzer görüntüler sayesinde çoçuk yaşlarımda bende bir çöl sevgisi oluşmaya başladı.

        Ondan bir süre sonra ulaşabildiğim her film, her dokümanter ve her TV dizisinde çölle ilgili sahne varsa ona özel önem vermeye başladım.

        BREAKING BAD

        Yıllar içinde kovboy filmleri ilgim azaldı. Çöl izleme sevgimi kovboy filmleri dönemimden uzun yıllar sonra tatmin eden ise Breaking Bad dizisidir.

        Bu diziyi baştan sona dört kez izlemiş olmamın dizide görülebilen New Mexico çölü manzaralarıyla ilgili olmalı çünkü bir diziyi bu kadar fazla izlemenin anlamı yok. Bir sonraki sahnede nelerin konuşulacağını nerdeyse ezbere bildiğim bu dizi çöl ortamı sayesinde benim için farklı anlamlar almıştı.

        OKUMA ZAMANI

        Yıllar önce diziyi ilk seyretmeye başladığımda çöller konusundaki bu tuhaf takıntımı teorik bir çerçeveye oturtmamın zamanı geldiğine karar vermiştim.

        Gayet tabii elime hangi metni geçirdiysem onu dikkatle okumaya başladım.

        Bu okuma maceram maalesef şansız bir başlangıç yaptı.

        İlk okuduğum kitaplardan bir tanesi Aidan Oynan’ın 'The Desert in Modern Literature and Philosophy: Wasteland Aesthetics (Modern Edebiyat ve Felsefede Çöl: Çorak Tabiat Estetiği)

        Bu çalışmayı okumak bir açıdan şans diğer yandan da büyük bir şansızlıktı.

        Kitap size çölün hangi önemli düşünürce nasıl ele alındığını öğretirken bir yandan da hemen her zor cümlesiyle sizi nerdeyse okumaktan tamamen vazgeçecek duruma getiriyordu.

        Ben buna benzer duyguyu Heidegger veya Derrida, Lacan, Adorno okurken sık yaşarım. Onların biz sıradan insanların yazılanı özellikle anlamamamız için bazı cümleleri kurmuş olduklarını düşünürüm. Oynan da en az Heidegger kadar zor anlaşılır yazabiliyordu ve üstelik bundan özel bir keyif de alıyor gibiydi.

        Neyse tabii kendimi zorlayarak da olsa çalışmayı okudum. Sonunda Heidegger, Nietzsche ve Deluze’nin modernliğin eleştirilerinde çöl kavramını nasıl kullandıkları konusunda bir fikir sahibi olmuştum.

        Nietzsche ‘Zerdüşt Böyle Buyurdu’ çalışmasında "Çöl büyüyor, vah diyorum çölü olanlara" diyerek modern zamanların aynı çöllerde olduğu gibi insana bir çoraklık, bir bitmişlik duygusu verdiğini ve bunun modern insanın felsefi durumu olduğunu söylüyordu.

        Yaşadığı dönemin dünyasına bakan Heidegger ise "Yaşanılan tahribat ve yıkım bizim için dünyanın, insanların ve yeryüzünün bir çöle dönüşmesi anlamına geliyor. Yani bu tahribat çağı varlığın yok olması demektir. Bu ise düşünülmesi bile çok zor olan bir şeydir."

        Evet çölün o yalnız, boş ve sessiz hali filozofları modern yaşamın çöküntüsü ve tahribatı üzerine yöneltmiş gözüküyor.

        Slovaj Zizek de 2002 yılında 'Welcome to the Desert of the Real' (Gerçeğin Çölüne Hoşgeldiniz) adlı çalışmasında bence Heidegger ekolünü sürdürmüş ve çölün modern hayatın yıkılmışlığını ve tahribatını çağrıştırdığını söylüyor.

        Çoraklıktan bahsedince elbette T.S. Eliot’un The Wasteland şiirini ihmal etmek de olmaz.

        O da çöl sembolünü moden yaşamın tahribatı ve bireyde yarattığı boşluk duygusuyla özdeşleştiren felsefenin etkisinde yazmıştır şiirini.

        BENİM İÇİN ÇÖL BU DEĞİL

        Filozof düşünürlerin çöl sembolünü böyle kullanarak ne yapmaya çalıştıklarını çok iyi anlıyor ve bunu kabul de ediyorum.

        Ama ne yapayım çöl görüntülerine baktığımda bende doğan duygular boşluk ve hiçlik değil tersine ben bir sakin güzellik görüyorum.

        Yani aynı görünümden birbirine çok ters duyguların doğması gibi bir durum var burada.

        Bu bazı semboller söz konusu olduğunda sık rastlanılabilen bir yorum farklılığı.

        Örneğin ufukta batan güneş resmini veya fotoğrafı birçok insanda hüzün veya kaybedilmiş geçmiş büyüklüğü anlatan bir sembol olabilir. Örneğin bir İngiliz'e veya bir Japon'a batan güneş resmini veya fotosunu gösterin gücünü kaybetmiş imparatorluklarını hatırlarlar. Ama aynı fotoğrafı tarihini bilen bir Amerikalıya gösterirseniz o ise umudu, gelecekte kurulacak büyük devleti görebilir batan güneşte.

        Bunun nedeni 19’uncu yüzyılda Amerika’da ortaya çıkmış ‘Manifest Destiny’ adlı metindir. Bu metin Amerika'nın kaderinin ülkenin batısına doğru yayılmak ve batıyı her yönden ele geçirmek olduğunu söylüyordu yani yeni bir güçlü ülke kurmanın ana metni buydu.

        Güneş de batıdan battığından bu metni bilen herkes Amerika’da batan güneş resmini veya fotoğrafını gördüğünde batıyı işaret eden Manifest Destiny metnini hayırlayabilir ve içi umutla doğar. Batı bölgesi çölleriyle de meşhur olduğundan bu yüzden amerikan düşüncesinde çöl, filozoflarda oldu gibi, umutsuzluk, yıkım ve hiçliği genelde çağrıştırmaz.

        HUZUR VEREN BOŞLUK

        Yukarda çok kısa değinmiş olduğum Zizek o çalışmasında Jean Bauddillard’ın ’Simulacra and Simuliation’ adlı çalışmasından oldukça yararlanmıştır. Ben Baudillard’ın bu adı bile anlaşılması hayli zor olan çalışması yerine çölü anlamak için onun ‘America’ adlı daha kolay anlaşılma ihtimali olan çalışmasına daha fazla önem vereceğim.

        Sadece kolay anlaşılır olan kitapları okuduğumu umarım düşünmezsiniz çünkü yazdıklarımdan öyle bir hava doğuyor. Aksine zor olanları okumak onlarla boğuşmak hoşuma gidiyor ama gündelik yazıyı Heidegger gibi yazmaya çalışmanın pek de doğru olmayacağına inanıyorum.

        Baudillard iyi bir düşünür olmanın yanısıra aynı zamanda iyi bir gezgindi de.

        Fransız düşünür Amerika ile büyülenmiş gibiydi. Ülke ile bir nefret/hayranlık çelişkisi ilişkisi içindeydi. Baudillard Amerika’yı gezmeye 1990’larda başladığında çölleri dolaşmaya da özel önem verdi.

        Çöller Braudillard’a benim de çöle bakınca yüreğimde hissettiğim bir sakin boşluk duygusu veriyordu.

        Ama Baudillard’a çöllerdeki boşluk duygusu Amerika’ya hakim olan boşluk duygusunu da çağrıştırıyordu.

        Çölün sakin boşluğu içinde olduğunuzda o yerin sanki geçmişi ve geleceği yokmuş sadece bugünü varmış duygusuna kapılabilirsiniz Baudillard’a göre Amerika da çölün kendisi gibi geçmişi ve geleceği olmayan sadece bugün yaşayan bir hiper gerçeklikten ibaret.

        Ben bu analize katılmamakla bilikte bunun mükemmel, iç bağlantıları son derce sağlam bir analiz olduğunu kabul ediyorum.

        Bence çölün size verdiği sakin boşlukluk duygusu ve hiçlik, sonsuzluk algısı insanın acaba o muazzam boşluğu nasıl doldurabilirim diyerek yaratıcı düşüncelerini de canlandırabilir.

        ‘Sanat neye denir’ başlıklı yazımda o boşluğun yaratıcı doldurulma biçimlerine özel önem vermem de bu tavrım ile bağlantılıdır.

        Çölün yaratıcı düşünceyi nasıl tetikleyebileceği açısından İngiliz mimarlık yazarı Peter Reyner’in çalışması ‘Scenes in America Deserta’ çalışmasına dikkat çekmek istiyorum

        Çöl onun da yaratıcı düşüncesini tetiklemiş olmalı ki yazar çöller ile modern estetiğin arasında direkt bir bağlantı olduğunu söylüyor. Ona göre çöller ölçülemez derecede büyük olan alanların anlaşılması için kriter sunmaktadır. Bu, örneğin Mondrian gibi ressamların yarattığı tablolara sığmayan, nerdeyse tablodan taşan görüntülerini çağrıştırmaktadır. Mimaride de Mies van der Rohe’nin binaları çöldeki sonsuzluk duygusunu insana verebilmektedir. Ona göre aynı duyguyu bizler Giacometti’nin heykellerinde de görebiliriz.

        Bunu görebilir miyiz bilemiyorum ama en azından buna görmeyi denemeye değer. Giacometti adı kadının paradigmatik hastalığı yazısı için yapmış olduğum hazırlık çalışmasında da, bu çöl ile ilgili okumalarımda da karşıma çıktı, enteresan bir sanatçı o.

        Hayatım yazı yazmaktan ibaret olduğundan ve her yazının bitiminde aynı çölde olabildiği gibi içimi sakin bir boşluk hissi doldurduğundan ve o boşluk duygusu beni yeni yaratıcı fikrlerin peşine düşmeye teşvik ettiğinden çölü sevmeyi sürdüreceğim ben.

        HAYALİM GERÇEKLEŞEBİLİR

        Amerika’da olduğum zamanlarda genelde kuzeydoğu bölgesinde New York ya da Washington’da bulunduğumdan ve oralardan da çöle ancak uzun uçak seyahati ile varılabildiğinden bugüne kadar çöl sevgimi sadece fotoğraf ve filmlerden tatmin etmeye çalıştım.

        Oğlum üniversiteyi güney eyaletlerinden bir tanesinde okuduğu için artık çöle sadece araba seyahati ile ulaşma imkanım olacak.

        Hasret gidermek için gittiğimde, kesin kararlıyım artık mutlaka hayalimi gerçekleştireceğim ve çöle gidip o muazzam boşluk içinde sakin sessizliği tadarak günler geçireceğim. Ondan sonra bir de Anti-Baudillard (Engels’in Anti-Dühring’i gibi) kitabı yazarım herhalde.

        Bu arada deneylerin aktarılmasından ibaret olan William Atkins’in, ‘Immesurable World; Jouneys in Desert Places’ kitabını da kendi deneyimimden önce okumam gerekiyor.

        Diğer Yazılar