Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        BELKİ inanmayacaksınız ama ben bile bir zamanlar gençtim. Hem genç, hem deli, hem de fakirdim. Şimdi değişen tek şey, artık yaşlanmaya başlamış olmam.

        O günlerde Amerika’da tamamen çıldırmış biçimde garip, soyut ve oldukça da terbiyesiz içerikli mizah yazıları yazıyordum.

        Bu yazılardan seçtiklerimi pazar günleri, “Mizah nostaljisi” başlığı altında sunmayı sürdürüyorum. Bugünkünün başlığı “Doğu’dan gelen adam”. 30’lu yaşlardayım ve bir misafirim gelmiş Türkiye’den...

        DOĞU’DAN GELEN ADAM

        Mayıs ayının 17’sinde, yaklaşık 22 yıldır kafamı meşgul eden şu soruların cevabını aniden keşfettim:

        Bir, Stalin ve Mao Zedong, diyalektikte uzlaşmaz çelişki kavramıyla neyi anlatmaya çalıştılar?

        İki, beni doğduğum hastanede başka bir çocukla karıştırdılar mı?

        Üç, Amerikalı gençler 18 yaşına geldiklerinde neden evlerinden aceleyle uzaklaşıyorlar ve annebabaları neden onları önlemeye çalışmıyor?

        Her şey babam Hamit Turgut’un bir aylığına Amerika’ya gelmesiyle başladı. Daha havaalanı kapısında onu gördüğümde her şeyin son derece sorunlu ve kaotik olacağını hissettim.

        Uçakta pipo içmesine izin vermedikleri için çok sinirliydi ve gördüğü her ırktan insanın aleyhine konuşarak kavga çıkarmak istediğini söylüyordu.

        15 aydır görüşmediğimiz için ben sinirlerime hâkim olmam ve babamın Amerika gezisini iyi hale getirmeye çalışmam gerektiğini düşünüyordum nedense.

        Karşılıklı özlemimizi yaklaşık yarım saat içinde giderdik.

        Bana, “Biletimi neden bir aylık yaptırdın, ben 15 günde dönmek istiyordum” dedi.

        O anda kendisini öldürmek istedim. Çünkü ben onun iki ay kalmak isteyebileceğini düşünerek bileti bir aylık yaptırmıştım.

        Birinci saat sonunda, sanki 15 aydır bir arada oturuyormuşuz gibi birbirimize sinirlenmeye başladık.

        Ve ben “uzlaşmaz çelişki” kavramıyla, babalar ile oğullar arasındaki ilişkinin anlatılmak istendiğini anladım.

        Mao ve Stalin’in de babaları benimki kadar tuhaftı anlaşılan.

        İkinci saatte eve yeterli miktarda rakı almadıysam bana karşı şiddet kullanacağı tehdidini yaptı ve gerekirse büyükelçiliği basarak rakılarına el koyacağını söyledi. Yorgun olduğunu, uyuyunca düzeleceğini umdum. Ama uyuyup dinlenince daha da tehlikeli hale geldi.

        Sokakta yürürken, neden taşıdığını anlamadığım bastonuyla insanları göstererek yüksek sesle tuhaf yorumlar yapıyordu.

        “Beni bıçakçı dükkânına götür” diye tutturdu. Dükkânda bütün öldürücü silahları dikkatle inceledi, ateşli silah bulunmadığını öğrenince sinirlendi.

        Akşam da doğduğum hastanede beni başka bebekle karıştırmadıklarını kesinlikle anladım. Çünkü babamda gördüğüm davranış bozukluklarının hepsi bende de vardı.

        Örneğin, çıplak kadınların dans ettiği barda ikimiz de sahnedeki şahane vücutlu kadınlara değil, servis yapmakta olan çirkin diye nitelendirilebilecek kadına bakıyorduk.

        Zevk hisleri bu kadar yoğun genetik deformasyona uğramış iki insan, ya kardeş ya da baba-oğul olabilirlerdi.

        Ziyareti boyunca babaoğul olarak paylaştığımız tek güzel ortak an, televizyondaki Van Damme filminde adamın kulağını makasla kestikleri andı. İkimiz de buna uzun süre gülüp şerefe içtik.

        (Not: Babam bu yazıyı çok sevdi, tuhaftır demiştim ya alın bir başka ispatı da bu.)

        Diğer Yazılar