Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Türk’ün Türk’e propagandası” illetinden kurtulabilmenin önemli araçlarından birisi dış basını okuyacak, medyayı izleyecek kadar yabancı dil bilmektir. Bu imtiyaza sahip bir vatandaş olarak Türkiye’nin elindeki fırsatları nasıl kötü harcadığını görmekten derin bir rahatsızlık duymamak elde değil. Türkiye’nin dünya sisteminde edinebileceği konumu cehalet, ideolojik körlük ve kibir üçlüsüyle otoriter iktidar efsunlanmasının çarklarına kurban vermesinin insanın içini paralamaması zor. Onyıllar içinde edinilmiş saygınlığın ve güvenilirliğin, dünyanın Türkiye’ye açık çek yazdığı bir dönemde eylemle desteklenemeyecek bir kafa tutma söyleminin şehvetine meze edilmesinde de ülke adına kaygı yaratacak bir durum var.

        Muhammed Mursi’nin Gazze’deki krizi mükemmelen yürüttüğü ardından da “Ben, Muhammed Mursi, en güçlüyüm. Bu en güçlülüğümün ilk nişanesi olarak da kendimi daha da güçlü ilan ediyorum. Ama kaygılanmayın bunu sadece kısa bir süreliğine yapıyorum” demesinden yaklaşık on gün önce Carnegie Endowment’in internet sitesinde Nathan Brown ve Thomas Carothers’in yazdıkları bir değerlendirme yayınlanmıştı.

        Yazarlar Mısır’ı bekleyen asıl tehlikenin Mursi’nin son adımlarının gösterdiği gibi otoriter bir rejimin kurumsallaşması olmadığını savunuyorlardı. Sonuçta Mursi’nin kurtulmaya çalıştığı sistemin içinde, daha önce Türkiye’de de görüldüğü gibi yeni demokratik yönelimlerden hazzetmeyen pek çok kişi vardı. Mısır yargısı Mübarek diktatörlüğünde kayda değer, vatandaş haklarını savunan çıkış yapmıştı.

        Buna karşılık vatandaşların özel hayatlarına müdahale hakkını da kendinde gören, utanç kaynağı sayılabilecek yorumları ve kararları da vardı. Sonuçta Mursi’nin yaptığı, demokratik sabıra sahip olmayan her azgelişmiş ülke siyasetçisinin yaptığı gibi kestirmeden sonuca gitmekti. Bu durumda da istediğini elde ettikten sonra imana gelip daha demokratik bir yöne sapacağını ummaktan başka bir çare kalmıyordu. Ancak yazarlar bu otoriterleşme eğiliminin Mısır’da seçimsiz ya da şaka gibi seçimlerle yürüyen bir diktatörlükle sonuçlanacağını da düşünmüyorlardı. Onların asıl korkusu Mısır’ın “sürekli Müslüman Kardeşlerin partisi Özgürlük ve Adalet Partisini iktidara getiren seçim zaferlerinin tekdüzeliğine teslim” olmasıydı.

        Bu tehlikenin iki örneği olarak da Güney Afrika’daki Afrika Ulusal Konseyi ile Türkiye’deki Adalet ve Kalkınma Partisi‘ni mercek altına alıyorlardı. Her iki partinin de iktidara geldiklerinde ülkelerindeki arayışları da yansıtacak şekilde çoğulculuğu ön plana çıkaran, demokratik siyaset alanını açan partiler olduğunu vurgulayarak, iktidar tekelleşmesi arttıkça durumun değiştiği saptamasını yapıyorlardı.

        Mısır’ın Özgürlük ve Adalet Partisi’nin kendileriyle AKP arasında benzetme yapılmasından memnun kalacaklarını düşünen ve Türkiye’nin sınırlı bir rehberliğine de tanık olduklarını yazan Brown ve Carothers sözlerini Türkiye’nin cazibesinin azaldığını vurgulayarak tamamlıyorlar. Avrupa Komisyonu’nun son Türkiye raporuna atıfta bulunan, temel haklardaki, basın ve ifade özgürlüklerindeki daralmaya dikkat çeken yazarlar iktidardaki tekelleşme kökleştikçe bu yönelimin süreceğini de savunuyorlar.

        Mısır için özellikle önemli olduğunu düşündükleri tespitleri ise şu: “Bir zamanlar anti-demokratik ‘derin devlete’ karşı çarpışarak kendisine siyasi alan açan İslamcı eğilimleri olan bir Parti sonunda kendilerine karşı mücadele ettiği kişilerin ve kurumların zihniyet yapısını ve alışkanlıklarını benimsedi.

        Türkiye’nin demokrasi sorunları AKP’nin İslamcı liberalizm karşıtlığından çok ideolojik ve dini renkleri ne olursa olsun ortak paydaları, hadlerini bilmemek ve küstahlık olan hâkim parti alışkanlıklarını yansıtıyor.”

        Mursi’nin devrimin ruhuna saldıran hamlelerinde ilhamının Türkiye olduğunu düşünmek, bir zamanların yere göğe sığmayan “Türkiye modeli” tartışmaları bağlamında sizin de içinizi sızlatmıyor mu?

        Diğer Yazılar