Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        2012’yi 24 Ağustos geçmişti galiba.

        Saat kaçı kaç geçiyordu, hatırlamıyorum.

        Fakat o sırada “Dış”bakan olan “Baş”bakan Türkiye’ye ve dünyaya şöyle ilan etti:

        “Suriye’deki sancılı süreç çok uzun sürmeyecek. Artık yıllarla ifade etmek yerine, aylar veya haftalarla ifade etmek gerekir.”

        ***

        Üzerinden haftalar, aylar ve yıllarla “ifadeler” geçti.

        “Suriye’deki sancılı süreç” daha da sancılı olarak, daha çok insanı önüne ve toprağa katarak, kapımıza dayanarak, kapımızın ona dayanamaması sonucu içeride patlamaya başlayarak sürüyor.

        Kötü haber: “Haftalar” biçilen Esad ve Esed yerinde duruyor; o da vuruyor, başkaları da.

        İyi haber: O öngörünün sahibi Davutoğlu yükseldi, başbakan oldu!

        ***

        Kobani’yi de içine alan Rojava’da işte o günlerde “devrim ve özerk yönetim” ilan edilmişti.

        İktidarın da içeride “barış süreci”ne sarıldığı, eleştiren herkesi “barışa karşı olmak”la da suçlayabildiği günler.

        “Suriye’deki sancılı süreç”e sadece haftalarla ömür biçen Davutoğlu, iki yıl önceki aynı müjdeli konuşmasında şöyle dedi:

        “Biz hiçbir zaman Suriye’de Kürtlerin haklarını almalarına karşı çıkmadık. Hatta Esad’a da telkinlerde bulunduk. Ne Irak’ta ne Suriye’de Kürt kardeşlerimizi dışlayıcı tavır içine girilmesine izin vermemiz mümkün değildir.

        Bizim Suriye’nin kuzeyindeki gelişmelerde karşı çıktığımız şey, savaşı tetikleyecek şekilde otonom bölgelerin dayatma şeklinde ortaya çıkması.

        Suriye’nin kaderine birkaç PKK’lı karar verecek değildir. Suriye’nin kaderini onların eline bırakamayız. Çünkü o gelecek bizi de etkileyecektir. Terör yapılanmasına karşı gerekli tedbiri alırız.”

        ***

        Davutoğlu’nun o konuşmasını bir daha iyi okursak, ne olmadığını ve ne olduğunu da belki daha iyi anlarız.

        “Suriye’deki sancılı süreç” bitmemiş, iki yıldır sürüyor olabilir ama…

        Esas mesele, “Nasıl da bilemediniz” diye tepinmek değil, şu soruların cevabını istemek galiba:

        “Suriye’nin kaderini onların eline bırakmamak” için, o yönde neler yaptınız?

        “Terör yapılanmasına karşı gerekli tedbiri alırız” derken tam da neyi, kimleri, nasıl tedbirleri kast etmiştiniz?

        ***

        Davutoğlu’nun o konuşmasından sonraki “sancılı süreç”in en önemli vakalarından biri, bir “El-Kaide” yapılanması olan Işid’in, tam da bu adıyla ve “Suriye’de tasfiyesi”ni ilan eden El-Kaide liderliğine rağmen, ondan tamamen koparak “yüzde 100 kendi namına” ortaya çıkışı, pardon her yere dalışı oldu.

        O Işid bugün “Bizim Suriye’nin kuzeyinde karşı çıktığımız şey”i kuşatmış durumda.

        “Suriye’nin kaderini onların eline bırakamayız” diye resmen ilan ettiğimiz yapı, örgüt ve insanların kaderini, toprağını, evini kuşattı Işid.

        Bir de, sadece etnik değil, biraz da “piyasa karşıtı” sayılan “devrim”ini!

        Davutoğlu, “Suriye’deki sancılı sürecin ve Esed’in sonu”nu tutturamamıştı ama “Otonom bölgelerin savaşı tetikleyeceğini” öngörmüş, bilmiş oldu!

        ***

        Şimdi halkların, bu ülkede epeyce insanın, dünyanın kuşkuya düştüğü şudur:

        Işid, “gerekli tedbir” olarak görüldü mü hiç?

        “O gelecek”in bizi etkilememesi için, Işid’in “o gelecek”i belirlemesi hiç öngörülmüş müdür?

        Işid, kanla, kurbanlarla gelen bir felaket midir, elle gelen düğün, bayram mı?

        Ankara “Terör yapılanmasına karşı gerekli tedbiri alırız” dediğinden bu yana, Işid de “bir misilleme, bir tedbir, bir karşı-devrim” olarak nasıl böyle büyük bir tesadüf

        olmuştur?

        ***

        Öyle ya…

        Davutoğlu, Suriye rejimi için “yıllar, aylar değil, haftalar içinde” düşer müjdesi verdikten iki yıl sonra, geçen gün Cumhurbaşkanı da, “Kobani düştü, düşecek” diye seslendi millete, nedense.

        Işid eleştirisini, “Müslüman Müslüman’ı öldürmez” noktasında tuttuğu konuşmada.

        ***

        Bir anda, neredeyse Kobani’deki bir savaş günü kadar 36 cana mal olan, kafalara mermi saplayan, Bingöl’de iki polis şefini pusuda öldüren, en az 6 çocuğu çocuk yaşta katleden, Diyarbakır’da, Antep’te karşılıklı silahlarla patlayan “mikro iç savaş”ın hemen öncesiydi!

        “Barış umudu” taşıyan bir toprakta, ruhumuzdaki savaşın canavarca fışkırdığı günler işte!

        ***

        AKP’nin bu ülkeye en büyük hizmeti, hakikaten “barış süreci” olabilirdi!

        Ne çift yolar, ne AVM’ler, ne 3. Köprü, ne havalimanı, ne Çılgın Proje, ne mantar gibi biten plazalar.

        Ne havuzlar, ne yavuz hırsızlar.

        Çünkü bu ülkenin ruhunun, dokusunun, yüz binlerce sıvasız hane evladının hayatı ve umudunun esas atardamarı o barış umudu ve ihtimalidir.

        Ya kesersin, kanlanır…

        Ya üzerine titrersin, canlanır.

        Hala buna sarılabilir iktidar.

        Gel gör ki, 12 Eylül darbesinin de bir projesi olan “Türk-İslam sentezli” tahakküm hevesleri kendini tutamıyor.

        İçeride “barış” diye mırıldanırken bile sınırın öte yanında “savaşa yatırım” yapıyor!

        İçeride hayat sözü verdiği insanların kardeşlerine öte yakada ölüm gelmesine itiraz etmiyor.

        Bu “yatırım” sözü de bana ait değil…

        İki yıl bir ay önceki o konuşmada, “Suriye’nin geleceğine yatırım yapmaya karar verdik” diyen Davutoğlu’nun.

        İşte gelecek…

        İşte yatırım…

        İşte kâr…

        İşte zarar!

        Diğer Yazılar