Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        "TEKRARLARIN tekrarı olan bir hayatı mekanik bir şekilde yaşamaktansa ölmek daha iyi" demişti D.H. Lawrence. Bir insan için bundan daha öldürücü ve hazin bir son daha düşünemiyorum. Öyle olmasına rağmen, insan kendini tekrar etmekten enteresan bir güven duygusu duyuyor. Hiç tereddüt etmeden her sabah aynı saatte yatağından kalkıyor. Kahvaltısını aynı şekilde ediyor. Hemen ardından kahvesini içiyor, işe gitmek için yola koyuluyor, işten geliyor, televizyonun karşısına yayılıyor, uykusu gelince yatağına geçiyor. Herkesin döngüsü farklı ve kendine ait. Fakat eninde sonunda insan her gün aynı sarmalın içerisinde yüzüp uykudan öbür uykusuna koşuyor.

        SIRADAN OLMA ÇABASINDAYIZ

        Ben insanların her birinin birbirinden farklı, muhteşem ve kendilerine özgü olduklarına inanırım. Ne zaman bir insanla tanışsam, benden farklı özelliklerine çekilir, onları keşfetmeye çalışırım. Oysa çoğu kişi farklı yönlerini saklamak ve bildiğimiz, sıradan vasıflarını öne atmak için canla başla uğraşır. Klişe ve sıradan olmak için çaba sarf eden bir hal bu. Oysa bütün mucizeler insanların kendileri için hazırladıkları çemberlerin dışında gerçekleşir. Dışarıdan herkesin hikâyesi çok benzermiş gibi görünse bile, aslında herkesin hikâyesi birbirinden çok farklıdır. Fakat bizler bu farklılıklardan ölesiye korkuyoruz. Tuhaflaşmaktan, dışlanmaktan, uyumsuzlaşmaktan korkuyoruz. Kendimizi yitiriyor veya hiç bulamıyoruz.

        AYNI EVDEKİ YABANCILAR...

        Bir okurum bu konuyla ilgili bana şunları yazmış: "Hayat aynı monotonlukta devam ediyor. Eve geliyorsun tek arkadaşın televizyon. Aynı evde yabancılar yaşıyor. Herkes inine çekiliyor. O kadar yalnızlaşıyorsun ki televizyonla konuşuyorsun artık çünkü yanında derdini anlatacak kimse yok. Herkesin dünyası küçücük odası. Tekrar güneş doğuyor. İnsanlar robotlar gibi aynı şeyleri tekrarlayıp, aynı şeyleri yapıyor. Değişen bir şey yok. Penceremi açıyorum hava almak için, beni bir duvar karşılıyor. Berlin Duvarı gibi ama o yıkıldı bunun buradan gitmeye niyeti yok! Bir de şu horoz sesi muhabbeti yok mu! Galiba horozlar da zamanla değişti. Horozlar sabah değil öğlen ötüyor. 'Nereden biliyorsun?' diye soracak olursan, yandaki komşu horoz besliyor oradan biliyorum. Bazen o kadar dalıyorum ki hiçbir şeyi duymuyorum. Kafamda yeni bir dünya kurdum, oraya gidip geliyorum. Sorular aklımı kemiriyor. Sorularla yeni bir insan oluşuyor zihnimde, iyi ile kötü zihnimin derinliklerinde çarpışıyor. Sokaktan cenaze geçiyor. Merak ediyorum kim diye. Öyle bir hayat işte..."

        ÇEMBERİN DIŞINA ÇIKMALIYIZ

        Bunlar depresyonda bir insanın hayat krizi değil. Bu cümleler, her gün tıpatıp aynısı olmasa da kafamızdan geçenler. Belki bütün bir günümüz bu şekilde tüketilmiyor ama durup da bir duvara baktığımız an olan şey bu. Çünkü kutularımızın dışına adım atmaktan ya korkuyor, ya buna üşeniyor ya da rahatsız edilmek istemiyoruz. Bazen hayata bakıyorum ve kafamdan şunlar geçiyor: "Susması gerekenler konuşuyor, konuşması gerekenler susuyor." Her gün bir sürü kötü haber alıyoruz ama iyiye giden yolun taşlarını yerine koyması gerekenlerdeki miskinlik ve boşvermişliği aşamıyoruz.

        Oysa çemberin dışına bir adım atmak bile çok şeyi değiştirir. Bu, bir süre için debelenmek gibi görünebilir. Oysa debelenmek bile oturduğun yerde hiçbir şeyin değişmeyeceğine inanmaktan iyidir. İnsanlar farklı olmaya başlamazlarsa, hayat da farklılaşmaz. Aynı duvara bakıp hayatın ne kadar sefil bir yer olduğunu düşünür dururuz. Oysa hayat sefil değildir. İnsanlar onu sefilleştirir; durarak, sadece sorunları konuşarak, çözüm üretmeyerek, susarak, gizlenerek, bir tutkusu olmaksızın bir evin içinde enerjisini tüketerek... Sorunları konuşarak sorunları büyütmekten başka bir şey yapmayız, tekerleğimsi bir hayatın içinde sıkışıp kalırız. Her gün ufacık da olsa bir adım atmak lazım. Ajitasyon aptalların şövalyesidir.

        Diğer Yazılar