Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Anasayfa Özel İçerikler Mehmet Açar 'İlgi Alanı': Soykırımı duymak ve hissetmek

        Beş dalda Oscar adayı olan ‘İlgi Alanı’ (The Zone of Interest), Almanya’nın II. Dünya Savaşı sırasında Yahudi soykırımını sistematik olarak uyguladığı toplama kampı Auschwitz’in komutanı Rudolf Höss (Christian Friedel), eşi Hedwig (Sandra Hüller) ve beş çocuğunun hayatını ‘gözlemleyen’ bir film.

        ‘Anlatan’ değil gözlemleyen diyorum; çünkü film, Höss ailesinin gündelik hayatı üzerinden asıl olarak soykırımı anlatıyor. Kamera kampa asla girmiyor ve içeride olan hiçbir şeyi açıkça göstermiyor ama soykırım sürekli olarak kendini hissettiriyor. Sadece Johnie Burn ve Tarn Willers’in büyük emek ve özen taşıyan fevkalade başarılı ses bandından söz etmiyorum. Evet, film boyunca Höss ailesinin kampın hemen dışındaki evinde yaşayan herkes ne duyuyorsa biz de duyuyoruz. Sonuçta, kamptan gelen sesler film boyunca pek kesilmiyor. Ama duvarların dışında olup bitenler, en az içerden gelen sesler kadar soykırımın dehşetini hissettiriyor.

        ‘İlgi Alanı’nın hikâyesini ilk öğrendiğimde, öncelikle fikrin nasıl geliştirildiğini merak ettiğimi hatırlıyorum. Çünkü fikir iyi bile olsa asıl mesele, 105 dakikanın dramatik olarak nasıl inşa edildiği… Toplama kampında geçen ‘Saul’un Oğlu’ (Saul fia – 2015) da benzer bir fikirden yola çıkıyordu. Kadrajın kıyısında köşesinde veya netlik dışı arka fonda olup bitenleri görsek bile kamera sadece Saul’a odaklanıyor; sürekli onu takip ediyordu. ‘Saul’un Oğlu’nda seyirci, duygusal olarak en azından karakterin amacına, arzusuna tutunabiliyordu. ‘İlgi Alanı’nda ise tam aksine asıl ürpertici olan, karakterlerin amaçları ve arzuları…

        Martin Amis’in 2014 tarihli romanından yola çıkan, yaptığı uzun araştırmalar sonucunda senaryoyu yazan İngiliz yönetmen Jonathan Glazer, hikâye örgüsünü ve dramatik yapıyı tam da buradan, yani karakterlerin hedefleri ve duyguları üzerinden kuruyor.

        Öncelikle kamp komutanı Rudolf Höss’ün mesai saatleri içinde soykırım, bir ‘iş’ veya ‘iş planı’ olarak çıkıyor karşımıza. Yaptığı görüşmeler, yazışmalar ve girdiği toplantılarda soykırım, bazen gaz odası mühendisliğine bazen aşılması gereken teknik sorunlara, bazen lojistik operasyonların planlamasına indirgeniyor. Son bölümde, Nazilerin yeni katliam planının başına getirilen Höss’ün duyduğu şevk ve ‘mesleki heyecan’ mide bulandırıyor. Höss, ordu içinde ‘Auschwitz’de gösterdiği başarısı’yla övülüyor. İşinin artık hayatı olduğunu anlıyorsunuz. Öyle ki, eşiyle telefonda konuşurken, katıldığı kutlama sırasında salonda toplanan Almanlara nasıl gaz vereceğini bile düşünüyor. Hayır, bilinçdışından gelen vicdani tepki ya da soğuk bir şaka değil bu… Sadece kendisine görev verilse, teknik olarak hepsini aynı anda nasıl öldürebileceğini, tavanın yüksekliğini hesap ederek tahmin etmeye çalışıyor. Özetle, adamın eşiyle yaptığı boş muhabbet bile korkunç.

        Rahatsız edici olan, Höss’ün ‘iş’ini seven, ‘iş’ine bağlı biri olması... Film ilerledikçe, kamp komutanlığının verdiği gücü sevdiğini; hatta o güce bağlandığını görüyoruz. Kamp müfettişi olarak terfi ettiğinde ve Berlin yakınlarındaki Oranienburg’a tayini çıktığında, kararı değiştirmek için elinden gelen her şeyi yapıyor. Gerçi tayin haberi, ondan çok eşi Hedwig’i üzüyor. Haberi duyunca Hedwig öylesine alt üst oluyor ki, Auschwitz’de kalmak için Führer’e ulaşmaları gerektiğini söylüyor. Çünkü orada Hitler’in idealleri doğrultusunda Alman hayat tarzına uygun küçük bir dünya kurduklarına, başka ailelere örnek olduklarına kalpten inanıyor. Özellikle, kamp duvarlarının dibinde özene bezene ekip biçtiği bahçesiyle gurur duyuyor.

        Hedwig, ziyarete gelen annesinin gördüğü alevler nedeniyle bir gece dahi kalmaya dayanamadığı Auschwitz’de kurduğu düzeni bozmamak, çok sevdiği evinden ayrılmamak için öylesine diretiyor ki çocuklarıyla birlikte orada kalmasına izin veriliyor. Sırf Auschwitz’de yaşamak için eşini gittiği yerde yalnız bırakmayı seçen Hedwig’in soykırıma karşı duyarsızlığı, kayıtsızlığı, filmin en rahatsız edici yanlarından biri. Kampa getirilen kişilerden kalan kürk mantoyu giyip aynanın karşısına geçmesi mesela… Tayin haberini aldığında sinirini hizmetçiden çıkarması veya başka bir sahnede yanlarında çalışan kızı gaz odasına göndermekle tehdit etmesi… Apar topar evden ayrılan annesinin notunu hemen şömineye atıp yakması… Hedwig’in, kampta olup bitenlerle en ufak bir sorunu olmaması, çocuklarını orada büyütmekte hiçbir sakınca görmemesi, Hitler’e ve Nazi ideallerine bağlılığı, Almanya’da o yıllarda neden böylesi bir soykırımın yaşandığının dolaylı yanıtı aslında…

        Duvarların ardında olup bitenlerle Höss ailesinin gündelik hayatı arasında başından itibaren sadece kontrast değil aynı zamanda güçlü bir bağ var. Açılışta, Höss ailesini gösteren ‘o mutlu yaz günü tablosu’ndan başlayarak duvarların bizim gördüğümüz tarafında yaşananlar, içerde olanların açıklaması niteliğinde. Çocukların arkadaşlarıyla havuza girmesi, ergenlerin kaçamak öpüşmesi, ortada dolaşan köpek, Höss’ün her gece yatmadan önce evin ışıklarını tek tek söndürmesi, baba şefkati, anne sevgisi ve daha başka birçok gündelik hayat detayı… Mesela, bir sahnede odada oynayan çocuk kamptan gelen silah sesleri karşısında tepki göstermiyor. Duvarın ardında olup bitenleri belki aile huzurlarının nedenlerinden biri olarak görüyor. Çünkü ebeveynlerin huzurla soykırım arasında bir neden – sonuç ilişkisi kurdukları belli.

        Auschwitz’in hemen dışında sadece ‘aile hayatı’ yok. Höss’ün çizmelerinin temizliğini üstlenen çalışanın veya kahve getiren hizmetçinin işlerini iyi yapmak için gösterdikleri özeni düşünelim. On binlerce insanın katledildiği bir yerde çizmeler tertemiz, servis mükemmel olmazsa başlarına ne geleceğini kestiremiyorlar. Höss ailesinin yanında çalışanların halleri, bize şiddeti derinden hissettiriyor.

        Ailenin nehir sefasıyla başlayan, bahçede çocukların girdiği havuzu bize birkaç kez gösteren filmde ‘su’ ve ‘temizlik’ Höss’ler için bir arınma metaforu sanki… Rudolf Höss’ün nehre girerken gördüğü soykırım izlerinden duyduğu rahatsızlığı unutmayalım. Olayın ardından çocukların yıkanıp temizlenmesini istiyor. Jenital bölgesini temizlediği sahneyi de not etmek gerek.

        Bu karakterlerle 100 dakika geçirmek gerçekten kolay değil. Yaptıklarını gece görüş kamerasıyla izlediğimiz kız dışında duygusal olarak tutunacak hiçbir dalımız yok. Rudolf Höss’ün çocuklarına uyumadan önce anlattığı masallar sırasında karşımıza çıkıyor bu genç kız… Hatta hayal mi, gerçek mi, olduğunu anlayamıyoruz önce. Geceleri bisikletiyle çıkıyor ve Yahudi esirlerin bulabileceği yerlere elmalar, yiyecekler yerleştiriyor. Ayrıca onların bıraktığı notları alıyor. Yarı hayal yarı gerçek haliyle bize vicdanın tümden ölmediğini hissettiriyor. İlerleyen bölümlerde, hayal olmadığını, bıraktığı elmaların bulunduğunu, kamptan duyduğumuz konuşmalardan anlıyoruz. Bu arada, Glazer’ın hayal gücünden çıkan simgesel bir melek olmadığını hemen belirtelim. Kendisi, Alexandria adında gerçekten yaşamış, Polonya direniş hareketi için çalışan 12 yaşlarında bir kız. Glazer ile görüştükten kısa süre sonra 90 yaşında hayata veda eden Alexandria’nın o yıllardan bu yana saklanan bisikleti ve giysilerinin filmde kullanıldığını ekleyelim.

        Hüzünlü de olsa ilahi adaletin altını çizen finalin rahatlatıcı yanı inkâr edilemez. Kutlamadan ayrılan Höss’ü tek başına takip ederken yönetmen Glazer’ın bir anda paralel kurguyla günümüze geçmesi, şaşırtıcı ama anlamlı, etkili fikir.

        Anlatıma ve filmin görsel yapısına bakıldığında, Glazer’ın hedefinin filmin hiçbir anında seyirciye estetik haz vermemek olduğu açık. Pawel Pawlikowski ile ‘Ida’ (2014) ve ‘Soğuk Savaş’ı (Zimna wojna - 2018) siyah beyaz olarak çeken Polonyalı görüntü yönetmeni Lukasz Zal, 1.78:1 kadraj formatında solgun, ölgün renkler tercih ediyor. Öyle ki, filmin imgelerini düşündüğünüzde renkler pek aklınıza gelmiyor.

        Glazer, çekimlere göre değişen farklı lensler, açılar kullanıyor ama filmin genelinde minimalist bir yaklaşımı var. Höss çiftinin gurur duyduğu bahçelerini ilk kez gördüğümüz sahnedeki eski usul düz kamera kaydırması dışında aklıma pek fazla kamera hareketi gelmiyor. Kameranın sadece gözlemlemekle yetindiği sabit planları tercih ediyor Glazer.

        ‘Top Gun: Maverick’ filminde uçak içinde sabitlenerek kullanılan Sony Venice marka dijital kameralarla farklı bir teknik denemiş Glazer. Görüntü yönetmeni Zal, yaklaşık 10 ayrı kamerayı ‘Biri Bizi Gözetliyor’ tarzında, çekim mekânına yerleştirmiş. Böylece Glazer, oyunculara hem doğaçlama şansı vermiş hem mizansen konusunda daha özgür bırakmış. Bu yöntem beraberinde doğal ışık tercihini de getirmiş elbette. Sonuçta ortaya, klasik sinema diline uygun olarak profesyonelce çekilen ama görsel haz vermeyen bir film çıkmış.

        Bu arada, Rudolf Höss ve ailesi gibi, oturdukları evin de hayal ürünü olmadığını belirtelim. Ev, Glazer için en az Martin Amis’in romanı kadar ilham verici olmuş. Prodüksiyon tasarımcısı Chris Oddy, savaştan sonra özel mülk olarak kullanılan evin kopyasını çıkarmış, bahçeyi ekip biçerek çekimlere hazır hale getirmiş.

        Ses kuşağında da görüntüler gibi gerçekçilik ilkesi var. Ses tasarımcısı Johnie Burn, tanıklarla yapılan konuşmaları, kampta yaşananları dikkatle araştırmış ve ses bandını elindeki verilere göre hazırlamış. Ayrıca olay yerinde yaptığı çalışmalarla sesin eve hangi ölçüde ve nasıl geldiğini tespit etmiş. Çekimler başlamadan ses arşivlerinde bir yıla yakın süre çalışarak en doğru kayıtları aramış. Sonuçta ortaya, Tarn Willers ile birlikte hazırladığı, Oscar’a aday bir ses çalışması çıkmış.

        Mica Levi’nin açılış ve kapanışta duyduğumuz müzik çalışması, seyirciye işitsel haz verme fikrinden tümüyle uzak duruyor. Yanlış hatırlamıyorsam, melodiden ziyade rahatsız edici sesler ve atonal bir yaklaşım var. Bu arada, Glazer, filmin açılış ve kapanışında Levi’nin müziği eşliğinde uzun süren, can sıkıcı bir siyah çerçeve tercih ediyor.

        Basın gösterisi sırasında finalde perdede o siyahlık çıkar çıkmaz ışıklar açıldı. Oysa Glazer’ın istediği, seyircinin tıpkı açılışta olduğu gibi o karanlığın içinde birkaç dakika Mica Levi’nin müziğiyle kalmasıydı kuşkusuz.

        Cannes Film Festivali’nde aldığı Büyük Ödül’ün yanı sıra FIPRESCI jürisi tarafından en iyi film seçilen ‘İlgi Alanı’, Oscar’larda özellikle uluslararası kategoride ödülün en güçlü adayı. Gerçekten çok iyi tasarlanan, asap bozan ama hedefine ulaşan bir film. Yahudi soykırımını konu alan filmler arasında ayrı bir yerde duruyor.

        Soykırım ile huzurlu aile hayatı arasında mesafenin kısalığını gösteren ‘İlgi Alanı’, medeniyetle vahşet arasındaki sınırın belirsizliği ve geçişkenliği üzerine güçlü bir metafor... Üstelik 21. Yüzyıl’da henüz aşabildiğimiz bir şey değil bu… Son olarak, Gazze’de yaşananlar ortada.

        7.5/10