Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Amy Winehouse biyografisi ‘Back to Black’in hemen başlarında kalabalık, neşeli bir aile toplantısına tanık oluyoruz. Londra’daki evde genç Amy (Marisa Abela), çok sevdiği büyükannesinin eski fotoğraflarına özlemle bakıyor; orta yaşlıların söylediği geleneksel Yahudi şarkılarının ardından babası Mitch (Eddie Marsan) ile ‘Fly To The Moon’u seslendiriyor. Sürekli ‘nan’ (nine) diye hitap ettiği, eski caz şarkıcısı büyükannesi Cynthia’nın (Lesley Manville) hayatındaki etkisinin altını çizen bir sahne bu… Winehouse ailesinin manevi desteği ve izniyle çekilen ‘yarı resmi’ bir yaşam öyküsü için kuşkusuz ideal başlangıç.

        Senaryosu Matt Greenhalgh tarafından yazılan ‘Back To Black’i, İngiliz yönetmen Asif Kapadia’nın, 2015 yapımı belgeseli ‘Amy’ye verilen yanıt gibi kabul etmek mümkün. Yoğun araştırma ve hazırlığın ardından arşiv görüntüleri, ses kayıtları ve söyleşiler üzerinden kurgulanan bir belgeseldi ‘Amy’… Kapadia, filmin satır aralarında Amy Winehouse’un 27 yaşında hayatını kaybetmesine neden olan özyıkım sürecinin nedenlerini anlamaya çalışıyor ve dikkatimizi ailesiyle olan ilişkisine çekiyordu. Belgeselin ortaya çıkardığı hikâyede ergenlik çağından itibaren özellikle babasından aradığı sevgiyi ve ilgiyi bulamayan bir kızdı Amy. Ulaştığı şöhrete rağmen yalnızdı. Aile desteği ve sıcaklığı, hayatındaki en büyük eksiklikti. Gösterime girdiğinde eleştirmenler beğenmiş ama babası Mitch Winehouse filmin kendisine ve kızına yaklaşımını ağır şekilde eleştirmişti.

        ‘Back to Black’in ilk sahnelerinde, Mitch’in evden ayrıldıktan sonra Amy’yle yeterince ilgilenememesi ve aileye uzak durmasının altı çiziliyor hiç kuşkusuz. Hatta, Amy’nin babasının ilgisizliğinden şikâyet ettiğini de görüyoruz. Ama film boyunca Mitch, her zaman yanında olmasa bile Amy’nin en büyük destekçisi; zor günlerde en yakınındaki kişi olarak çıkıyor karşımıza.

        İngiliz yönetmen Samantha Louise Taylor-Johnson’ın imzasını taşıyan ‘Back To Black’, Amy Winehouse’un hayatının son dönemine bir özyıkım süreci olarak bakmaktan kaçınmıyor. Ama ölüme kadar giden özyıkımın temeldeki nedenini işlevini yitirmiş aile bağlarında, yalnızlıkta veya baba sevgisi eksikliğinde değil; farklı bir yerde, Amy’nin Blake Fielder-Civil (Jack O’Connell) ile olan ilişkisinde arıyor. Dolayısıyla, Amy Winehouse’un hayatına damga vuran ilişkiyi daha geniş kapsamlı olarak ele alıyor ve filmin odağına yerleştiriyor.

        Yönetmen Sam Taylor-Johnson, Amy ile Blake’in pub’ta gerçekleşen ve çok iyi yazıldığını düşündüğüm tanışma sahnesini filmin en güzel sahnesi haline getirmekte zorlanmıyor. Aslında tipik bir ‘kız oğlana rastlar’ sahnesi bu… Görür görmez birbirlerini beğeniyor, flört etmeye başlıyorlar. Amy, Blake’e göre daha kararlı hareket ediyor; flörtü sürdürüyor. Bilardo oynarken, o ana kadar Amy Winehouse’u tanıdığına dair hiç renk vermeyen Blake’in müzik kutusundan seçtiği şarkıyla duygular yükseliyor. Blake’in, 1960’ların en ünlü kız gruplarından The Shangri-Las şarkısına pandomim ve dublajla eşlik etmesi ise ‘Back to Black’in belki ileride en çok hatırlanacak ve sosyal medyada paylaşılacak çekimlerinden birine vesile oluyor. Aklıma Yeni Dalga filmlerini düşüren sahnede Amy’nin Blake’den çok etkilendiğini görmemek imkânsız. Neden söz ederlerse etsinler, aralarındaki cinsel çekim iyi anlatılıyor.

        Blake ile yaşanan yıldırım aşkı ve erken gelen ayrılık, Amy Winehouse’un filmle aynı adı taşıyan ikinci stüdyo albümü ‘Back to Black’e damgasını vuruyor. Şarkıların sözlerini dinlerken Amy Winehouse’un müziğiyle hayatı arasındaki kopmaz bağı bir kez daha hatırlıyoruz. Winehouse’un hayata ve müziğe yaklaşımındaki o eşsiz samimiyeti gözlemleyen bir film ‘Back to Black’. Bana sorarsanız, filmin en güçlü ve parlak yanı, tam da burası...

        Caz ağırlıklı ilk albümü ‘Frank’in başarısının ardından menajeri, yapımcılar ve şirket yetkililerinin katıldığı toplantıyı ‘Şarkı yazmak için yaşamam gerek’ diye terk etmesi, gerçek mi, hayal ürünü mü, açıkçası bilmiyorum. Ama Amy Winehouse’un müziğe yaklaşımını gayet iyi özetleyen bir sahne. Karşısındakiler, ‘ABD pazarındaki şansı’, ‘sahnedeki imajı’, ‘elindeki gitarı bir an önce bırakması’ gibi müzik endüstrisinin gerçeklerinden söz ederken o hiçbirini dinlemek dahi istemiyor. Büyük bir egosu olduğu için değil; şarkılarla hayatı arasındaki vazgeçilmez bağa zarar gelmesini istemediği için… Belli ki, pop star olmaya hevesi yok. Tek istediği, açılış ve finalde vurgulandığı gibi insanların onu şarkılarıyla hatırlaması… Ama toplantıyı terk etmesinden sonra, ‘Back to Black’ gibi müzikal altyapısı mükemmel bir albümün nasıl ortaya çıktığını da insan merak ediyor doğrusu…

        Film, Amy Winehouse’un aileden gelen caz müziği aşkını; Sarah Vaughan, Billie Holiday gibi yorumculardan ilham almasının altını çiziyor. İkinci albümünde 1950’li ve 1960’lı yılların kız gruplarından esinlendiği vurgulanıyor. İmajı yapımcılar tarafından şekillendirilen bir star olmamak konusundaki ısrarı da iyi anlatılıyor. Eski usul saç modeline ninesiyle karar veren, dövme tutkusundan vazgeçmeyen, sahne dahil her yerde öncelikle kendisi olmak isteyen ve tüm bunları müzik endüstrisine kabul ettiren biri olduğu kesin. Ama filmin başlarındaki bir sahne dışında onu şarkılarını yazarken, müzisyenlerle çalışırken, ekibiyle şarkıları üzerine konuşurken pek göremiyoruz. Kuşkusuz, 2 saatlik bir biyografi filmine her şeyi sığdıramazsınız; ama toplantıyı terk ettiği sahneyi gösterdikten sonra ‘Back to Black’ gibi harika bir albümün nasıl ortaya çıktığını yeterince iyi anlatamıyorsanız, bence bir şeyleri eksik bırakmış oluyorsunuz.

        Müzisyen biyografisi seyrederken, kendi adıma ‘işin mutfağı’na dair daha çok şey öğrenmek isterim hep. Ama filmin konsepti, adından da anlaşılacağı gibi ‘Back to Black’ albümüne esin veren olayları anlatmakla sınırlı nerdeyse... Evet, şarkıların kalbinden geldiğini kavrıyoruz ama ‘üretim aşaması’ tümüyle pas geçiliyor. Grammy törenindeki teşekkür konuşması olmasa albümü tek başına kaydedip yayınladığını düşünmek dahi mümkün.

        En iyisi, konuyu dağıtmadan, tekrar filmin odağına yani Blake ile Amy’nin gönül ilişkisine dönmek... Blake, 1960’lardan beri seyrettiğimiz çeşitli İngiliz suç filmlerindeki belalı ve havalı genç erkekleri hatırlatan şekilde giriyor filme. İyi mi, kötü mü olduğunu ancak filmin akışı içinde öğrenebildiğimiz karakterleri andırıyor. Tekinsiz bir yanı var belki ama kesinlikle hikâyenin kötü adamı olarak çizilmiyor. İlişkiyi neden yürütemediğine dair getirdiği açıklamalara baktığımızda, Amy’den uzaklaşmak ve kendine yeni bir hayat kurmak istediğini görüyoruz. Ki bunlara karşı çıkmak zor. İlişkiyi basitçe ‘toksik’ olarak niteliyor ama filmin, ilişkinin neden bu kadar zehirli olduğunu anlatma gibi bir iddiası yok. İsteyenler, elbette alkol ve madde bağımlılığına bağlayabilirler. Aralarında neler olup bittiğine dair daha fazlasını merak edenlerin ise herhalde filmden sonra başka kaynaklara bakması gerekiyor. Sonuçta film, Blake’i suçlamadan şunu söylüyor: Birbirlerini seviyorlar ama ‘bazı nedenlerden’ ötürü ilişkileri sürmüyor. Blake ile ilişkisini hiç bitirmemek, onunla birlikte çocuk veya çocuklar yetiştirmek isteyen Amy de ayrılığın acısına dayanamıyor.

        ‘Back To Black’i Asif Kapadia’nın belgeseli kadar beğendiğimi söylemem imkânsız. Mesele, özyıkımın nedeni konusunda ikna olmamam değil. Film bittiğinde Blake tarafından terk edilmenin, Winehouse’un üzerinde çok olumsuz etkisi olduğuna inanıyorsunuz. Mitch Winehouse’un daha olumlu çizilmesi de rahatsız edici değil. Tam aksine, farklı bakış getirmesi, bence filmin avantajı. Asıl sorun, hikâyede bazı boşluklar kalması... Film bittiğinde hikâye örgüsü sizi tatmin ediyorsa, gerçek ya da kurmaca olması pek fark etmez. Sözgelimi, Amy Winehouse’un Blake ile ayrıldıktan sonra hayatının son döneminde film yönetmeni Reg Traviss veya müzisyen Pete Doherty ile kurduğu ilişkilerin tümüyle görmezlikten gelinmesine itirazım yok. Hikâyeyi ayakta tutabilmek için eksiltme yapmanız şart olabilir. Senaryonun bir başka sorunu, yaklaşık 9 yıllık bir dönemi sadece Blake ile ilişkisi üzerinden anlatmak istemesi…

        ‘Back to Black’in olumlu yanlarına dönersem, Marisa Abela’nın oyunculuğundan söz etmem gerek. Abela, fiziksel olarak çok fazla benzemediği Amy Winehouse’u yakalamayı ve ikna edici olmayı başarıyor. Sesini benzetmek ve şarkılarını yorumlamak için uzun bir hazırlık dönemi geçirdiği belli. Gösterdiği emek ve titizlik perdeye yansıyor. Öyle ki, oyunculuğu sayesinde senaryodaki bazı boşluklar önemini kaybediyor. Blake’de Jack O’Connell ve Mitch’de Eddie Marsan’da üstlerine düşeni yapıyorlar.

        ‘Grinin Elli Tonu’ (Fifty Shades of Grey) filminden hatırladığımız yönetmen Sam Taylor-Johnson, Amy Winehouse’un çok sevdiği Londra’nın Camden Town bölgesini hikâyeye yerleştirme konusunda iyi iş çıkarıyor. Blake’in cezaevine girmesinin ardından verdiği konserlerden birinde, Winehouse’un seyircilere yakın olmak istediği ama hareketlerini kontrol etmekte zorlanması da filmin akılda kalıcı sahnelerinden biri.

        6/10