Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Barbra Streisand’ın yeni anı kitabını kapı cereyanda çarpmasın ya da rüzgarda kağıtlar uçuşmasın diye ağırlık olarak kullanabilirsiniz, ya da haltermiş gibi kaldırıp indirerek kaslarınızı çalıştırabilirsiniz. “My Name is Barbra” tam 992 sayfa ve sonunda dizin yok. Yazımı tam 10 yıl sürmüş, Diva da bu kadar emek verdiği kitabın baştan sona okunmasını istemiş. Öyle aralardan merak ettiğiniz isimlere bakıp dedikoduları cımbızlamak yok. Ama tabii kitapta bol bol isim geçiyor, çünkü İngiltere Kraliçesi de dahil çok fazla insan tanıyor Streisand. “Miami Vice”taki Don Johnson’dan Kanada Başbakanı Pierre Trudeau’ya tanıdığı isimlerin bir kısmıyla da aşk yaşadı. Warren Beatty hakkında: “Hatırlar gibiyim. Sanırım yattım. Büyük ihtimalle bir kere.”

        Bunlar kitap hakkında yazınlardan aklımda kalanlar çünkü henüz okumaya girişmedim. Görev veya daha doğrusu bir borç gibi daha yayımlanmadan sipariş verdim. Hatta kendi sesinden 48 dinlemek için sesli kitabı bile satına aldım. Belki hiçbirine gerek kalmayacak çünkü dünyanın kendi etrafında döndüğünü düşünen bütün Diva’lar gibi Streisand de tuğla kalınlığındaki kitabının tanıtımı için radyo televizyon geziyor. Geçenlerde Malibu’daki evinin bodrum katındaki alışveriş merkezinde—evet kendisine özel alışveriş merkezi var—söyleşi veriyordu. Marlon Brando’nun kendisini “fuck”lamak istediğini Howard Stern’e anlatırken o kelimeyi kullanamayacak kadar utangaç ama. Vanity Fair’in bu ayki kapağında da Barbra var. Kitap çıktığından beri hayat durdu, başka ne varsa anlamını yitirdi diyebilirim. En azından belli bir zümrede, yani gay erkekler arasında.

        DİVA OLMANIN ÖNEMİ

        Streisand önceki gün NPR’da Terry Gross’a gay’lerin kendisini sahiplenmesini epey başlarda fark ettiğini söylüyor. Nedeni hakkındaysa “Hiçbir fikrim yok,” diye yanıt veriyor. “Taklit edilebildiğim için mi? İsyankar bir tarafım olduğu için mi? Farklı bir tarafım olduğu için mi? Kalp kırılması hakkında şarkılar söylediğimi hissettikleri için mi?”

        Gay’lerin bazı kadınları diva olarak taçlandırmaları, onlara sonsuz bağlılıkla sahip çıkmalarının da çeşitli nedenleri var. Bu kadınların yolu gay’ler tarafından açılmış olabilir, Donna Summer gibi dans pistinde daha uzun kalmalarına yardımcı olmuşlardır, Madonna gibi gay hareketinin içinden fırlayıp özgürlük mücadelesine katkıda bulunmuşlardır, ya da Ajda Pekkan gibi bir gay erkeğin Oscar Wilde’dan beri en imkansız hayalini gerçekleştirmişlerdir: hep genç ve güzel kalabilme.

        Barbra Streisand da bu bilindik formüllere uyuyor. Brooklyn’li Yahudi genç kız ilk kez Bon Soir adlı gece kulübünde sahne alıyor, sesi gay’ler arasında kulaktan kulağa yayılıyor. Gay bir prodüktör tarafından keşfediliyor, Broadway’de müzikal sahnesine çıkartılıyor. Kariyerine gay’lerin sıklıkla gittiği hamamlarda şarkı söyleyerek başlayan Bette Midler gibi onu zirveye taşıyan kitlesini hiçbir zaman unutmuyor.

        Ama bu hikayenin sadece bir kısmı. Bir de Streisand’in bütün filmlerinde işlediği çirkin ördek yavrusundan kuğuya dönüşme masalının gay’lerde karşılık bulması var. Onu perdede hiçbir zaman “güzel kadın” olarak tanımadık, sonuçta ilk olarak “funny girl” olarak karşımıza çıktı. Bütün filmleri de aşağı yukarı bu minvalde, ezik, görmezden gelinen, bastırılan karakterin başarıya ulaşması üzerine kurulu. “My Name is Barbra”nın ilk sayfaları meşhur burnu hakkında. Bu burunla sinemada asıl kadın, sahnede assolist olabiliyorsa görmezden gelinen, hor görülen, ezilen başkaları için de bir umut var değil mi?

        Birçok kadın için “kadın vücuduna hapsolmuş bir gay erkek” benzetmesi yapılmıştır; en azından gay arkadaşları yakın kadın arkadaşlarına bunu söylemiştir. Barbra’dan daha gay’i görmedim ben. Daha doğrusu bir gay erkeğin yaşamak istediği hayatın tam olarak vücut bulmuş hali. Şahsa özel alışveriş merkezi olan malikaneden bin sayfalık anı kitabına isim dizini koymamaya başka kim cüret edebilir? Bu kadar pervasızlık ancak bir gay bardaki abartılı sahne şovunda olur. Streisand içinse son derece doğal.

        Gay’lerin gerçekleşmesi en imkansız hayali hep genç ve güzel kalabilmekse, hep genç ve güzel erkeklerle beraber olabilmek de bir diğer hedeftir. Barbra Streisand bunu da başardı. Kitabında da güzel erkeklere her zaman ilgi duyduğunu söylüyor zaten. İsimlere birkaç tanesini daha ekleyeyim: Andre Agassi! Ryan O’Neal!

        Onca ünlü ve güzel erkekten sonra evlendiği ve hayatının son 25 yılını birlikte geçirdiği eşi ise ikinci sınıf oyuncu James Brolin. Bir film yıldızı, bir süperstar, Hollywood devi değil. Oğlu kendisinden daha ünlü, herhangi bir oyuncu. Ama Streisand elbette kendine eşit bir eş bulmayacak ilerleyen yaşlarında. Tıpkı gay erkekler gibi o da bir aşamadan sonra yanında daha çok “yardımcı” ister. Uzun yıllar birlikte olduğu sevgilisi hakkında bana bir keresinde “Ne yapayım, işlerimi görüyor, beni rahat ettiriyor,” diyen meşhur şarkıcı büyüğüm gibi.

        EN BÜYÜK AŞK PERDEDE

        Robert Redford’la yaşadığı aşk ise filmle sınırlı sadece. “The Way We Were” görünürde çirkin kızla güzel oğlan arasında bir aşk masalı. Aşırı kıvırcık saçları, politize kimliği ve durmaksızın konuşmasıyla Streisand’in Katie’si Robert Redford’un Hubbell’ını aslında tuzağa düşürüyor. Neredeyse avına odaklanmış bir gay erkek gibi, kendi liginin çok üzerindeki Hubbell’ı zayıf anında yakalıyor, sarhoşluktan sızmışken yanına sokuluyor ve beraber oluyor. Kadınlar pusuda bekleyip avlarına böyle yaklaşır mı, bilmiyorum, ama çok küçük bir fırsat aralığını değerlendirmenin tipik bir gay refleksi olduğunu çok iyi biliyorum. İnsanın karşısına Hubbell gibisi her gün çıkmıyor. Katie bir de ertesi gün olan biteni hatırlamayan Hubbell’ı emrivaki ve pastayla akşam yemeğe kalmaya ikna ediyor, bir şekilde ilişkiye zorluyor.

        Hubbell kibar adam, kıramıyor ama kalıcı da olmuyor. Dört gay erkeği dört kadının canlandırdığı ve gay erkekler tarafından yazılan “Sex and the City” dizisinde de vurgulandığı gibi “düz saçlı, daha basit bir kızla” evleniyor. Streisand bu filmin son sahnesinde artık elinden kaçtığı resmileşen erkeğe “Kız arkadaşın çok tatlı Hubbell,” diyor. Aynısını Carrie de Mr. Big’e söylüyor; Mr. Big anlamıyor.

        Yemin ediyorum, bu sahnenin bir benzerini ben de kendi hayatımda yaşadım. “Your girl is lovely Hubbell,” dedim ve karşımdaki “Anlamadım?” diye yanıt verdi. Biz anladık.

        Asıl sürprizi buraya sakladım: Ben Barbra Streisand hayranı bile değilim. Diva’ların müritleri arasındaki ayrım sandığınızdan daha keskin ve derindir. Kolunda Barbra Streisand dövmesi yaptıran arkadaşım var. Ben “Beaches” filmini defalarca izleyenlerdenim. Streisand şarkılarından sıkıldım, filmlerine de “The Way We Were” dışında ilgi göstermedim.

        Yalan söylemeyeyim, gizli gizli diğer filmlerini de izledim tabii ki. Daha derin okuma yapmayı bilmediğim yaşlarda izlediğim “Yentl” filminin deli saçması olay örgüsünde bile mesajı aldım. Dini eğitim almak için erkek kılığına girip yeshiva’ya katılan bir kadının hikayesi “Yentl.” Orada Streisand karakteriyle bir başka erkek arasında duygusal yakınlaşma başlıyor. Taraflardan birinin aslında kadın olduğunu sadece izleyici biliyor, perdede ise iki erkeğin yakınlaşmasını izliyoruz. Şarkıyı bilmeyen mi var: “Papa, sesimi duyuyor musun?” Duyuyorum evladım. Bu yüzden de ne yapıp edip kitabı okuyacağım.