Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Uzatanlar için bile bayram tatili bitti.

        Evlere geri dönüldü. Bugün işbaşı.

        Ben de bayram tatilinin bayram kısmını aile büyükleriyle, geri kalanını ise İstanbul’da geçirdim.

        Aile büyükleri ile dediğim aslında ailece annelerimizi ziyarete gittik.

        Her ikimizin de anneleri Kuzey Ege’de küçük kasabalarda yaşıyorlar.

        Eşimin zaten oralı olan annesi yazları da, 50 yıl önce aldıkları Ayvalık yakınlarındaki bir tatil sitesinde geçiriyor.

        Sakinlerini orta halli, bürokrat, emekli bürokrat, bürokrat çocuğu, beyaz yakalı profesyonellerin yüzde 90’ını oluşturduğu oldukça büyük bir site.

        Bayramın ilk günü oradaydık.

        Yaz aylarında, özellikle de bayramlarda hınca hınç dolu olan site, bu bayram nispeten daha boştu.

        Böyle zamanlarda yollarda dahi park edecek yer bulunamayan sitede otomobil azlığı dikkatimi çekti.

        Öğrendim ki, bu kez yol parası ağır geldiği için pek çok kişi otomobilleri ile gelmemeyi tercih etmiş.

        Ya da eskiden ana baba ayrı otomobil, çocuklar, damatlar, gelinler ayrı otomobille gelirken, bu kez tek otomobil gelmişler.

        Bilirsiniz, böyle tatil sitelerinde deniz kıyılarında gazinolar olur.

        Deniz kenarında günü geçirenlere makul fiyata çay kahve, meşrubat, tost, sandviç satarlar.

        Hatta bazılarında küçük lokantalar, kebapçılar, pideciler bile vardır.

        Gazinoya gittiğimde her yıl gazinoyu işleten arkadaşlarla sohbet ettik biraz.

        “Abi bu yıl durum gerçekten kötü” dedi.

        Anlattı.

        “Eskiden çay satardık. Şimdi satışlar onda bire düştü. Herkes çayını evde demliyor, termosa koyup getiriyor. Evde ekmek arası sandviç yapıyor, burada tost yemiyor. Haklılar. 4 kişi gün boyu üçer çay içse neredeyse 70 TL. Birer de ayran içip, birer tost yeseler 150 daha. 200 TL.

        Burası sonuçta orta halli insanların yeri… Sizin gazetede de her yer dolu, ekonomi yolunda diyenler var. Abi onları al buraya getir, ben onlara yolundaki ekonomiyi göstereyim.”

        Öğlen bayram yemeğinden sonra, akşam üzerine sitenin pidecisine gittim.

        Pidesi çok lezzetlidir.

        Ama in cin top oynuyor.

        Normalde çoluk çocuk dolu olur bu saatte.

        Bomboş.

        Pideci “Fatih Abi, kaşarlı 50, kıymalı 60, kuşbaşılı 70. Emin ol bu fiyata satıyorum para kazanıyor muyum, onu da bilmiyorum. Ama çocuklar veremiyor. Gelip yer hesaba yazdırırlardı, ana babaları ay başında ya da tatil dönüşünde hesabı kapatırdı. Şimdi hepsi tembihli. Açık hesap yok. Bırak çocukları büyükler de gelmiyor. Fiyatlar geçen seneden yüksek, ciro geçen seneden düşük. Bodrum’da her yer dolu imiş. Türkiye Bodrum’dan ibaretse durum iyi demektir.”

        Yollarda da o çılgın bayram kalabalığı yoktu.

        Ulaştırma Bakanlığı sayıları açıklayacaktır muhtemelen ama geçen yıllara göre çok daha sakindi Kuzey Ege tarafları.

        Elbette Bodrum’da su gibi para harcayan, Göcek’te, Bozburun’da teknelerinde kahvaltıyı şampanya ile yapan bir kitle olacaktır.

        85 milyonluk ülkede, elbette bunu yapabilen bir grup vardır.

        Kamboçya’da bile vardır.

        Ama bunlara bakarak “Yahu galiba işler yolunda” diyemezsiniz.

        Sessiz çoğunluğun işleri pek yolunda gibi görünmüyor.

        Ah şu Hipokrat'ın gözü kör olsun!

        Ah şu Hipokrat'ın gözü kör olsun!
        0:00 / 0:00

        Burak Bekiroğlu adında bir vatandaş. (Ne yazık ki!)

        Aktif kullandığı sosyal medya hesabında aynen şöyle yazmış:

        “Bu ülkede on binlerce asker şehit oldu on binlerce polis şehit oldu. Hiçbir meslek dalı sizin gibi cazlamadı. Siz kendinizi üstün ırk olarak mı görüyorsunuz? Diğer kamu görevi ifa edenlerden zerre kadar farkınız yok bunu bilin.”

        Kim bu diye baktım.

        Avukatmış.

        Okumuş, yazmış.

        Hatta siyasete de bulaşmış.

        Hangi partiye yakın olduğunu söylememe bilmem gerek var mı!

        Zihne bakar mısınız!

        Silahlı kuvvetler ile doktorları kıyaslıyor.

        Biri mesleğe başlarken, vatan savunması yapacağını bilerek, canını gerekirse bu uğurda feda edeceği üzerine yemin ediyor.

        Üstelik de adı üzerinde silahlı kuvvet.

        Silah kullanma eğitimi alıyor.

        Silah kullanana karşı koyma eğitimi alıyor.

        Savaşmak üzere, gerekirse öldürmek üzerine eğitiliyor.

        Doktorlar ise tam aksine hayat kurtarmak, savaşta bile hayat kurtarmak üzerine eğitim alıyor.

        Silahlı değil, silah kullanma eğitimli değil.

        Cankurtarma eğitimli.

        Ve bir avukat, sözde bir hukuk adamı bu ayrımın bile ayırdına varamayacak şuur düzeyinde.

        Doktorların öldürülmesini normalleştiriyor.

        Sıradanlaştırıyor.

        Hastaneleri cephe, savaş meydanı zannediyor.

        Düşünüyorum da, iyi ki doktor değilim.

        Doktor olsam bu ismi, Burak Bekiroğlu ismini hafızıma, Hipokrat’ın yerine kaydederdim.

        Huysuz bir adam

        Huysuz bir adam
        0:00 / 0:00

        Hıncal Uluç, 2 aydan fazla bir süredir ciddi sağlık sorunları ile boğuşuyor.

        Önce bacağını kırdı.

        Uzun bir kararsızlıktan sonra doktorlar kendisine önce bir kalça protezi taktılar bir de kalp ameliyatı yaptılar.

        Ancak yarım asıra yakın bir süredir zaten türlü sağlık sorunu ile boğuşan yorgun bedeni bu ameliyatlardan sonra bir türlü toparlayamadı ve şu anda yoğun bakımda yaşam mücadelesi veriyor.

        Bacağını kırdığı günün ertesi, olay henüz duyulmamışken, yazılmamışken hastaneye kendisini ziyarete gittim.

        Gittiğim gibi kıçıma baka baka döndüm.

        Yardımcısı benim geldiğimi haber verdi ve sonra utana sıkıla gelip, “Fatih Abi, görüşmek istemiyor” dedi.

        Ben de “Geçmiş olsun dileklerimi ilet o zaman. Telefonum sizde var. Olmaz ama bir ihtiyaç olursa haber verin” diyerek ayrıldım.

        Kızdım mı?

        Hayır…

        Bozuldum mu?

        Hayır…

        Üzüldüm mü?

        Belki biraz…

        Sonuçta Hıncal Abimizdi bizim.

        40 yıl önce Cumhuriyet Gazetesi Spor Servisinde başladığımda Uluç ile yollarımız kesişti.

        O zaman da değişik bir adamdı.

        Kendisi ile ilk kapışmalarımızı orada yaşadık.

        Onun egosantrik Galatasaray yazılarına, ağır yanıtlar verdim birkaç kez.

        Sonra çok iyi dost olduk.

        Fikirlerimiz hiç uyuşmazdı.

        Sonra 80’li yılların ikinci yarısında Gelişim yayınlarında birlikte çalıştık.

        O yayın yönetmeni idi, ben yazı işleri müdürü.

        O zaman da sürekli kapışır, sürekli tartışırdık.

        Sonra yollarımız ayrıldı.

        Gerilimli dostluğumuz hep sürdü.

        Ben onu eleştirirdim, o da bana ölçüsüz biçimde saydırırdı.

        Köşelerde çok itiştik.

        Çok şey öğrendim ondan.

        Çok şeyi de nasıl yapmamam gerektiğini onun yaptıklarına bakarak öğrendim ya da öğrenmeye çalıştım.

        Haddimi aşacak bir değerlendirme yapmak istemem ama iyi bir gazeteciydi.

        Gençliğinde öncü idi.

        Bakmayın şimdi kendisini küçümseyenlere.

        Erkekçe gibi efsane bir dergiyi yaratmıştı.

        Gelişim Spor gibi Türkiye’nin en iyi spor dergisinin yayın yönetmenliğini yapmıştı.

        Spor yazarlığına da, köşe yazarlığına da yeni bir yaklaşım getirmişti.

        İyi veya kötü.

        Ona ben karar veremem.

        Ama bana uymayan çok yönü vardı.

        Dostlarına çok kötü davranır, en sert, en acımasız eleştirileri dostlarına yöneltirdi.

        30 sene önce kendisine “Abi o kadar ölçüsüzsün ki, öldüğünde tabutunu taşıyacak 4 kişiyi zor bulacağız” demiştim.

        Yanımızda rahmetli Temel Özalak vardı.

        “Bir sen bir ben diğer ikisi kim olacak?” demişti.

        Bir sürü iyi yönü, bir sürü hatası vardı.

        Hepimiz gibi.

        Ama en büyük ayıbı Defne Joy Foster’e yapmıştı, “Su testisi su yolunda kırıldı” diyerek.

        Eski Hıncal Uluç o lafı söylemek bir yana söyleyeni yerden yere vururdu.

        O gün anladım ki, “Yaşlanmış, artık bırakması lazım”.

        Sonrasında bir kez görüştük.

        Mustafa Cengiz yeni Galatasaray Başkanı seçilmişti.

        Hıncal Abi de bizi Fatih’te, Özkilis’te kebap yemeğe davet etmişti.

        Huysuz adamla bir daha görüşemedik.

        Şimdi bakıyorum da, yoğun bakım yatağında herkes arkasından sallıyor.

        Hayatta iken hakkında çok olumsuz şey yazmışımdır, çok eleştirmişimdir.

        Ama şimdi susarım.

        Sıradan insanların öfkesini, eleştirisini anlarım da, bizim meslek erbabının yanıt verebilecek pozisyonda iken Hıncal Abi deyip, ölüm döşeğinde iken gömenini hiç ama hiç anlamam.

        Hele sen Sevgili Cüneyt.

        Sen hatırlar mısın bilmem ama ben dün gibi hatırlıyorum.

        Zannederim 1991 yılıydı.

        Sen 32. Gün’de yeni başlamış genç bir muhabirdin.

        Sabah Gazetesi’ne, Hıncal Uluç ile röportaja gelmiştin.

        Seni ilk görüşümdü.

        Bir meslek büyüğünle röportaj yapıyor olmanın heyecanı içindeydin.

        Elbette Hıncal Uluç da o günkü Hıncal Uluç değil.

        Sen de o günkü Cüneyt Özdemir değilsin.

        Ama söyle bana sevgili dostum.

        Yazdığın o satırlar, gerçekten içine sindi mi!

        NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?

        NE ZAMAN İNSAN OLURUZ?
        0:00 / 0:00

        İnsanlığını unutanları normalleştirmediğimiz zaman.

        Diğer Yazılar