Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Nesrin’in bir meyhanede hesabının görülmesiyle başlayan hikâyemiz ikizi Neriman’a, bir gün ekmek almak için pijamayla evden çıkıp ortadan kaybolan babaları Bekir’e, iki kızı türlü badirelerle büyüten annelerine, kaçakçılara, katillere ve tabii geri dönüşlerle Neriman ve Nesrin’in aşklarına, bir de bence romanın en kritik ismi gizemli Cavidan’a uzanıyor. Aslında küçük bir mahallede geçerken türlü büyük tesadüflerin kesiştiği, geri dönüşlerle hayatların ve ölümlerin birbirine girdiği, tüm karakterlerin büyük bir aileyi andırdığı bir roman bu. Belki de herkesin kendine yakıştıracağı “Yalan Yanlış Hayatlar”ın romanı.

        Altay’a da söylediğim gibi kurgusuyla, acıyı yumuşatan ince mizahıyla, oturmuş karakterleri ve zorla edebiyat yapma peşinde olmayan diliyle son dönemlerde okuduğum en iyi yerli romanlardan biri. Bir de ucunun açık olmamasını, başlayıp bitmesini, süründürmemesini sevdim diyeyim ve Altay’a sorduğum sorulara geçeyim.

        “PEK DE CİDDİYE ALMAYALIM”

        “Yalan yanlış hayatlar,” aslında hemen herkesin kendi hayatına da yakıştıracağı bir tanımlama. Zengini fakiri, genci yaşlısı özellikle şu sıralar bu duyguya hakim… Sen de kendi hayatın için aynı fikirde misin? Ve bunun doğrusu ne?

        Bu yaşadığımız coğrafyayla, aldığımız eğitimle, dahası “aile terbiyesi” dediğimiz kavramla ilgili. Neresinden baksanız yalan yanlış yaşıyoruz. Belki de bu kaosun içinde ayakta kalabilmek için böyle yaşamak zorundayız. Doğru düzgün yaşayanlar tutunamayanlar, kaybedenler dediğimiz kesimi oluşturuyor. Onların da hayatı romanlara dahil. Ama ben bu romanda kıyıda kalmışları değil, kıyıda kalmış gibi göründüğü halde basbayağı aramızda olanları, bizim gibi yaşayanları yazdım.

        Bununla birlikte senin romanındaki yalan yanlış hayatlarda kan da dökülüyor tabii…

        Dökülmesin mi? Aşktan, ihtirastan, anlık bir öfkeden, kıskançlıktan, alacak verecek hesabından, yanlış sollamadan, olmadı yanlış anlaşılmadan, kafa karışıklığından kan dökülüyor zaten her gün, her dakika. Üçüncü sayfa haberleri dediğimiz o kavram bizim gerçeğimiz. Hepimiz “Hay Allah, ne acayip şeyler yaşanıyormuş böyle” diyerek, kendimizi yabancılaştırarak okuyoruz o haberleri. Aslında hepsi de arkadaşlarımızın, komşularımızın, belki akrabalarımızın başına geliyor. Her an bizim başımıza da gelebilir. Yalandır yanlıştır belki ama hayatımız tıpatıp böyle.

        Fakat her satırda ince bir mizah da gülümsüyor bize arkadan. Bu mizah, vermek istediğin “çok da ciddiye almayın hayatı” mesajından mı kaynaklanıyor?

        Mizahı, ince alayı seviyorum. Yer yer kara mizaha da dönüşüyor bu. Çoğu kitabımda var ama bu romanda mizahi bakış biraz tavan yaptı. Roman daha yayınlanmadan okuyan bir arkadaşım, romandaki herkesin hayatı çok trajik ama bu kadar komik trajediler görmedim, gülmekten zor okudum demişti. Gerçekten, bütün ön yargılardan, kariyer hesaplarından, ilk başta bahsettiğim o muğlak aile terbiyesinden falan sıyrılıp kendi hayatımıza, eşimizin dostumuzun hayatına dürüstçe bakalım, çok farklı şeyler görmeyiz. O anlamda da bu roman çok gerçekçi. Başka bir dilde “Benim başıma gelen pişmiş tavuğun başına gelmedi” diye bir deyim var mıdır, bilmiyorum. Bizde var. Yalan Yanlış Hayatlar’da da herkesin başına pişmiş tavuğun başına gelmeyecek şeyler geliyor ancak kimse buna şaşırmıyor. Büyüklerinden de böyle görmüşler çünkü. Bu bir gelenek. Gelelim hayatı ciddiye alma meselesine… Eğer hasar görmeden yaşamak istiyorsak, hayata karşı ciddi bir duruş sergileyelim, mevzileri asla boş bırakmayalım ama mümkünse pek de ciddiye almayalım.

        YALAN YANLIŞ HAYATLAR (Altay Öktem /Doğan Kitap )
        YALAN YANLIŞ HAYATLAR (Altay Öktem /Doğan Kitap )

        “KÖTÜLER DE İYİLERE KATLANIYOR”

        Özellikle Nesrin’in sevgili örneklerinde olduğu gibi, acaba hayatımızdaki yanlışların sebebi yaptığımız seçimlerle mi alâkalı? Yoksa zaten eğrisi doğrusuyla hayatımız yaptığımız seçimlerden mi ibaret?

        Hayatımızı hem yaptığımız seçimler hem de bazı mecburiyetler belirliyor. Yanlış seçimlerimizin günahını da mecburiyetlere yükleyip aradan sıyrılıyoruz. Yoksa kendimize hesap vermek zorunda kalır, işin işinden çıkamayız. Zavallı Nesrin’in başına gelen de o. Yaşadığı aşkların hepsi yanlış zamanda, yanlış kişiyle yaşanmış ama ne yapsın? Belki de yaşanan her aşk imkânsız aşktır. Biz onu zorla imkânlar çerçevesine sokup, sonra da “kahpe felek bana ne yaptı”, ya da “aslında severek evlendik ama aşkın ömrü üç yılmış, elimizden ne gelir” diyoruz. Yalan yanlış yaşıyoruz işte…

        Nesrin ve Neriman tek yumurta ikizi ama karakter olarak çok farklılar. Hatta belli bir yaştan sonra birbirlerine dönüşüyorlar. Başta Nesrin daha sıcak geliyor ama sonda Neriman’a ısınıyor insan. İyiden kötüye nasıl bu kadar kolay geçebiliyoruz?

        Aslında, salt kötülük ya da salt iyilik sadece masallarda var. Kim kime göre, neye göre, hangi koşullar içinde iyi ya da kötü? Yalan Yanlış Hayatlar’da hikâye aslında bir yalan üzerine kuruluyor. O yalan ortaya çıktığında, hikâyenin bütün aksı değişiyor. Tam her şey okurun kafasında yeniden yerli yerine oturduğunda bu kez hiçbir şeyin aslında gerçekten öyle olmadığı anlaşılıyor. Sürekli zemin kayıyor. Eğer olaya o kaygan zeminden bakarsak; Nesrin çok iyi, çok sıcak, çok dürüst bir kız ama Neriman hiç de sağlam ayakkabı değil. Gerçekten öyle mi peki? Sonra Neriman’ın başka özellikleriyle karşılaşıyoruz, haksızlık etmişiz kızcağıza diyoruz. Meğer ne duygusal, ne iyi biriymiş. Oysa hiç kimsenin karakteri değişmiyor. Kimse iyiyken kötü, kötüyken iyi olmuyor. Her şey hangi açıdan baktığımızla, ne yaşadığımızla, o insanı hangi önyargılarla değerlendirdiğimizle ilgili.

        Muzaffer’inden Kazım’ına, Hamdi’sinden Zakir’ine romandaki “kötü” karakterlere bile kötü gözle bakamıyor insan. Çünkü hepsinin kötü olmak için bir sebebi var. Şu meşhur “Joker” karakterindeki gibi. Peki iyiler, kötülüğe mecbur kalan kötülere katlanmak zorunda mı bu yüzden?

        Kötülüğe mecbur kalmak, gerçekten de buradaki temel mesele. Aslında romanın neredeyse bütün karakterleri kötü ama başka bir açıdan da çok saf, temiz insanlar. Biri araba çalıyor, diğeri onu parçalayıp yedek parça olarak satıyor, kimi kaçakçı, kimi başkasına zarar verip ortadan kaybolan diğer kötü insanların izini buluyor, öldürtmek isterken tetikçisi onu vuruyor; hayatlarını böyle sürdürüyorlar. Buna rağmen, birebir temas etmedikleri insanlara hiçbir zararları yok. Zakir, küçücükken garson olarak girdiği Fitilli Meyhane’nin sahibi hapse düşünce kendini oraya adıyor, canla başla çalışıp meyhaneyi çok kâr eden, tanınmış bir mekân haline getiriyor. Kendine ait bir hayatı yok, sorumluluk duygusu çok güçlü ve her şeyini o işe adıyor. Başka biri olsa, o meyhaneyi ya batırır ya da kazanılan bütün parayı cebine atıp ortadan kaybolur. Bu koşullarda Zakir’e kötü biri diyebilir miyiz? Ama günün birinde Zakir cinayet işliyor! Bence iyiler, kötülüğe mecbur kalan kötülere sahiden katlanmak zorunda. Çünkü o kötüler de o iyilere katlanıyor. Hiç kolay bir şey değil bu.

        HİKÂYEDEN GERİYE KALAN CAVİDAN

        Neredeyse bütün kahramanların hayatını ve sonunu belirliyor aşk. Yalan yanlış hayatlarımızın en gerçek şeyi gibi görünen aşk, nasıl oluyor da en yalan yanlış hayatlara sebep olabiliyor? Bu ne yaman çelişki?

        Aşk zaten baştan sona bir yanlışlık. Roman kahramanları bir yana, hayatın silik kahramanlarına, kendimize bakalım… Hayatımızın başını da sonunu da aşk belirlemiyor mu? Ne yaparsak yapalım ya âşık olduğumuz kişiye kendimizi beğendirmek ya da kanıtlamak veya ufuktaki bir aşk ihtimalini gerçeğe çevirmek için yapmıyor muyuz? Sahiden aşk hayatımızın en gerçek şeyi mi, yoksa bir illüzyon mu? İstersen Neriman’a, Nesrin’e soralım, var mısın?

        Onu bilmem ama ben sorumluyu buldum sanki. Yani romandan öyle çıkıyor: Cavidan!

        Ah Cavidan, romanın en fettan kadını. Herkesi parmağında oynattığı bile söylenebilir. Başka bir açıdan bakarsak da o klişe deyimle, gerçek bir kader kurbanı. Birçok şeyin sorumlusu oymuş gibi göründüğü halde, aslında hiçbir şeyde sorumluluğu yok. Ona âşık olan adamların kendi arasındaki hesaplaşma, kendi yetersizlikleri, kendi çıkmazları onu da batağa çekiyor. Aslında o adamların yaşadıkları yalan yanlış hayatların içindeki bir figüran Cavidan. Kimseyi ayartmıyor, kimseyi kışkırtmıyor, kendi başına hayatta kalmaya çalışıyor. Sonunda herkes kendi suçunun da suçsuzluğunun da bedelini ödüyor. Sanırım bu hikâyeden geriye sadece Cavidan kalıyor. Çünkü bir tek o hâlâ yaşıyor.

        “KEŞKE BEYOĞLU ESKİ RUHUNA KAVUŞSA DA…”

        Neriman’ın biriktirdiği eşyalar, onun hayatının dökümü gibi. Senin romanının da özeti bu objeler sanki…

        Objeler hayatımızı özetleyen simgelerdir aslında. Onlara anılarımızı, yaşama dair izlerimizi yükleriz. Çoğu zaman kaybettiğimiz insanları bile bazı objelerle bütünleştirip zihnimizde yaşatırız. Anneannemizin yüzüğünü ya da dedemizin cep saatini saklarız mesela. Onlar, o objeler sayesinde yaşamaya devam ederler. Yazarları hafızamızda yaşatmak için de önemlidir bu simgeler. Çok gençken A. Kadir’in evinde Nâzım Hikmet’in piposunu görmüştüm. Melih Cevdet’in daktilosu mesela… İlhan Berk’in bir kâğıda çizdiği desen… Arif Damar’ın bana verdiği deniz kabuklarını itinayla saklıyorum hâlâ. Her insan, eninde sonunda bir objeyle bütünleşir, onunla anılır. Bir bakıma hafıza temrinidir bu. Bu romanda da Cavidan ortalığın karıştığı o gece taktığı pembe fularla, Tonguç mavi tulumuyla, Muzaffer Samsun paketiyle, Mevlüt akıl hastanesinde yıllar boyunca elinden bırakmadığı o kibrit kutusuyla zihnimizde yer ediniyor. Neriman da o objeleri biriktirerek hayata tutunuyor, hayatla hesaplaşıyor bir bakıma. Bazen de birilerinden öç alarak o objelere olan borcunu ödüyor. Kötü mü? Kötü tabii. Ama kaçınılmaz.

        Uzun zaman sonra ilk kez başı sonu olan bir kurguya, oturmuş karakterlere, sırıtmayan ilişkilere sahip bir yerli roman okuduğumu söyleyebilirim. Sen nasıl buluyorsun şu sıralar roman yayımlayan diğer yazar arkadaşları?

        Bu sözlerin benim için hayatta alabileceğim en büyük ödül. Yazarlık hayatım boyunca kurgunun sağlamlığı, karakterlerin sahiciliği, diyalogların gerçek hayattaki diyalogların aynısı olmasına dikkat ettim. Bu üçünü bir araya getirmek hiç de kolay değil. Bazen yaklaştım bazen uzaklaştım ama bu romanda tam anlamıyla başardığım gibi bir hisse kapılmıştım ki senden bu onay geldi. Günümüzde çok sağlam romanlar yazılıyor ancak genel sorun, anlatımda potluklar, sarkmalar olması ve diyalogların konseptin dışına çıkıp gereksiz yere uzaması. Benim şansım, şair olmam sanırım. Romanı da şiir gibi düşünüp, çoğaltarak değil, eksilterek yazıyorum. Şiirde bir tek kelime fazla olsa şiir çöker. Romanda ise o uzun metnin içinde gereksiz anlatımları nasıl olsa kimse fark etmez diye düşünülür ama bu doğru değil. Aynı şiir gibi, roman da kelime kelime, nakış gibi işlenmeli. Gereksiz bir tek cümle bile olmamalı.

        Tek eleştirim, yine İstanbul ve tabii Beyoğlu ve çevresinde geçen bir roman okumuş olmak. Taksim bu kadar bitmişken, romanlarımızın bu mekândan kurtulamayışını neye bağlıyorsun?

        Beyoğlu kanayan yaramız bizim. İstanbul’un en büyük kültür ve sanat hazinesi, tarihi, mirası göz göre göre elimizden alındı, bilinçli bir şekilde imha edildi. Çaresizce seyirci kaldık bu duruma. Ama Yalan Yanlış Hayatlar, uzun bir zaman dilimine yayılmış sarmal bir hikâye. Romandaki Beyoğlu bugünkü Beyoğlu değil. Hikâye 1984’te başlıyor, Cavidan’ın çalıştığı gece kulübü, Mevlüt’ün ortalığı kasıp kavurduğu lokanta 80’li yılların Beyoğlu’nda. Sonra, günümüzde tekrar dönülüyor Beyoğlu’na ama Beyoğlu daha çok bir arka fon olarak kullanılıyor o bölümlerde. Keşke Beyoğlu yine eski ruhuna kavuşsa, inatla, tekrar tekrar romanlara, öykülere, filmlere konu olsa. Keşke.

        *

        İKİ TAVSİYE

        İki sorunun roman boyunca kafamıza çakıldığı bir Hasan Ali Toptaş eseri: Gerçekten gittiler mi? Gittilerse nereye gittiler. Sevilen tarzıyla… Nükleer savaştan sağ kurtulan düzen karşıtı elektrik mühendisi Leibowitz, kitapları çoğaltıp ezberleyerek medeniyeti kurtarmaya çalışıyor... Bir klasik.

        Beni Kör Kuyularda (Hasan Ali Toptaş / Everest)
        Beni Kör Kuyularda (Hasan Ali Toptaş / Everest)
         Leibowitz İçin Bir İlahi (Walter M. Miller, Jr. / İthaki)
        Leibowitz İçin Bir İlahi (Walter M. Miller, Jr. / İthaki)

        Diğer Yazılar