Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Ağaçlar, ormanlar, doğa ve yeşil ile ilgili Türkçe külliyat bir orman gibi çoğalıyor. 2005’te ölen İngiliz yazar John Fowles’ın “Ağaçlar”ı bu alandaki edebi boşluklardan birini daha doldurdu. 1926 doğumlu Fowles çocukluğundan başlayarak ağaç ve ormanla kurduğu ilişkiyi, yeşilin kendi eserlerine ve genel olarak edebiyata, sanata nasıl yansıdığını anlatıyor kitabında. Ama alt metinde daha büyük ve ciddi bir ikilem var. Yazarımızın babasıyla kurduğu ilişkinin orman ve ağaç üzerinden çatallanması, çatışması…

        Londra’nın dışında kırsalda yaşadıkları o günleri ve ağaçları nasıl gördüğünü şöyle anlatıyor Fowles: “Bu ağaçların hayatımızda, çocukken fark ettiğimden çok daha büyük bir etkisi vardı. Ben onları babamın dünyaya gösterdiği gibi görürdüm, onun sadece bir hobisi gibi; hiç bitmeyen parasal dertleri, her gün çekip Londra’ya gitmesi, on iki parmak ülseri –ya da daha mutlu bir yönden, onun hafta sonu golfü, tenisi, ilçedeki kriket maçlarını seyretme merakı- gibi olağan ya da kaçınılmaz bir şey olarak yani. Fakat onlar, isimleri, huyları ve aileninkilerle eşdeğerde karakterleriyle ağaçtan öte bir şeydi…”

        Fowles’ın çocukluğu, II. Dünya Savaşı yıllarına denk geliyor. Savaşı “Daniel Martin” romanında anlattığı, kendi kendilerini tahliye ettikleri Devonshire’deki bir köy evinde geçirdiklerini söylüyor. O zamanlar dışarıda yaşanan dehşetlere ve çekilen yoksunluklara karşın onun için çok bereketli ve yeşil-altın yıllarmış: “Doğayı ilk kez, gerçek bir köyde, gerçek köylülerin arasında öğrendim ve ondan sonra da şehirlilikten bir daha dönmemek üzere çıktım. Ondan sonra kentlerde uzun yıllar geçirmek zorunda kaldım ama hiçbir zaman isteyerek değil, daima gündelik sürgünler halindeydi bunlar. Hatta köy yaşamının, seçkinleri, ‘köylüleri’ ve ikisinin arasında bir sürü düzeyiyle, çok eskimiş sınıfsal sistemini bile varoştaki sokakların birbirlerine benzer evlerden, benzer korkulardan, benzer taleplerden oluşan bir örnekliğine tercih ediyordum. Ama sonra, savaş bitince babam yeşil cenneti bırakıp gri hapishaneye dönmemiz gerektiğine karar verdi.”

        Fowles’ın ağaçları sevmesinin zamanla ilgili bir sebebi de var. O, Essex bataklıkları ve Artktik tundralar gibi bir-iki istisna dışında dümdüz ve ağaçsız doğadan hep nefret ettiğini söylüyor. Bunun sebebi, zamanın oralarda her şeye hükmetmesi, saat gibi acımasızca tik-tak etmesi. Oysa ağaçlar zamanı çarpıtır ya da çeşitli zamanlar yaratır: Bazen yoğun ve ansızın, bazen sakin ve dolambaçlıdır; asla geçmek bilmez, mekanik, kaçınılmaz bir şekilde monoton değildir…

        AĞAÇLAR (John Fowles / Çev: Süha Sertabiboğlu /Ayrıntı)
        AĞAÇLAR (John Fowles / Çev: Süha Sertabiboğlu /Ayrıntı)

        DÜZEN VE KAOS: ONAYLANMAMIŞ BİR BAHÇE

        Kitap boyunca Fowles’ın babasıyla mücadelesinden kopamıyoruz. Bana kalırsa zaten “Ağaçlar”da asıl anlattığı, kökü olarak gördüğü babasından büyüdükçe nasıl ayrıldığı, dallanıp budaklanarak farklılaştığı. Yazık ki kitap kapağında çok güzel resmedildiği gibi, toprağın altı ve üstüne baktığınızda, baba ve oğulun birbirinin asimetrisi değil simetrisi olduğunu hep görürüz.

        Onun ağaçlar söz konusu olduğunda babasından farkı onlarda sevdiği düzensizlik, bakımsızlık ve kendi halindelik. Babasının, bölgenin alüvyonlu toprağında halinden memnun ağaçlarının tüm İngiltere’nin en çok budanan, üzerine titrenen ve dua edilen ağaçları arasında olduğunu ve yerel gösterilerde sürekli ona ödüller kazandırdığını anlatıyor. Sonra da kinayeli bir şekilde, başarılı sanatçı babaların çocuklarının da başarılı sanatçı olmasının çok ender görüldüğünü, bunun nedeninin de gündelik gerçeklerden kaçma isteği olan yaratma dürtüsünün, duygudaşça ve “yaratıcı” bir çocukluk ortamından ziyade, doğal güdülerin budanması ve kısıtlanmasıyla beslenmesi olduğunu vurguluyor:

        “Bu konuda babamdan bu kadar farklı olmam, geriye dönüp baktığımda bana kesinlikle Oedipal bir suçluluk olayı gibi değil, sağlıklı bir doğal süreç gibi geliyor, sağlıklı bir ağacın dallarının birbirinin alanına girmemesi gibi tıpkı. Aslında ağaçlarda, bir dalın işgal ettiği alanın başka bir dal tarafından böyle anlamsız ve ziyankârca sekonder istilasını önleyen biyokimyasal ve ışığa duyarlı sistemler vardır. İki dalın farklı yönde ve yolda büyümesi, onların ihtiyaçlarını sağlayan mekanizmanın daha derindeki kurallarının aynı olmaması demek değildir.”

        Fowles, ağaçları babasının kabul edeceği yahut onaylayabileceği tarzda yetiştirmemiş hiç. Onu hayatında sadece bir kez gerçekten dehşete düşürdüğünü, bunun da onu son derece bakımsız, düzenlenmemiş ve düzenlenmesi mümkün olmayan bahçesine ilk kez götürdüğü gün olduğunu anlatıyor: “Onu daha baştan, metruk bir çiftliği satın almakla şoke etmiştim zaten; ama bu çiftliğin otuz dönümlük çalılığı ve engebeli çayırlığı, ifşa edilen yeni deliliğin yanında yine de akıllıca duruyordu. Babama göre, böyle bir ‘cangılı’ almak delilikti ve ben bahçeyle uğraşma gereği duymadığımı, orayı kendi haline, daha doğrusu, benimle ortak diğer sakinlere, yani oradaki yabancı kuşlara ve hayvanlara, bitkilere ve böceklere bırakacağımı söyleyince inanmadı. O bahçenin onun güzel bir şekilde disipline sokulmuş elma ve armutlarının bana göre bir eşdeğeri olduğunu, gerçi bire bir değilse de aynı şekilde bakılmış olduğunu asla kabul etmezdi. Orada bir saat önce gördüğüm ve şu anda yazdığım şeyin onun büfesindeki bahçecilik kupalarıyla tamamen aynı anlamı taşıdığını, yani adaletsiz kaosta bir düzen işareti, doğru felsefede sebat etmenin armağanı demek olduğunu anlayamazdı. Onun kaosunun benim için düzen olmasıysa bence pek önemli değil.”

        Durumdan rahatsız olan babası, bu ziyaretten hemen sonra dikmesi için iki tane budanmış armut ağacı göndermiş. Yaklaşık 15 yaşına geldiklerini ama toprak her yıl onların hoşlanmayacağı kadar kuru ve zayıf hale geldiğinden, ya birkaç meyve verdiklerini ya da hiç vermediklerini söylüyor. Babaya öfke bu, ve ondan tamamen kopma: “Onları hiç almadım. Onların böyle tümüyle babamdan yana olması dokunuyor bana ve hayatımda neredeyse herkesin onun tarafını tuttuğunu hatırlatıyor; her şeyden öte, tüm dünyanın ondan yana olmaya devam ettiğini. Budamayana meyve yok; bilgiyi sorgulayana meyve yok; insan eli değmemiş ağaçların arasına gizlenenlere meyve yok; insanlığın davasına ihanet edenlere meyve yok.”

        “ONLAR BENİM İÇİMDE HAREKET EDİYOR”

        Fowles, kendi yazın hayatında bundan büyük bir ders çıkardı, düzenin karşısında düzensizliği savunan ve anlatan eserleriyle çok başarılı oldu. O, babasının ağaçlara da yansıttığı şekilde her şeye ve her bilgiye sahip olma, her şeyi kontrol etme ve bundan maksimum fayda sağlama güdüsünün aksine “tanrı yazar” olmayı reddetti. Karakterlerinin çoğunu toplumun kurallarının dışında yaşattı. Doğanın dişiliğinden yola çıkarak kadın kahramanlarını zeki ve bağımsız; erkek kahramanlarını ise hayatındaki bulmacalara yanıt arayan, kararsız portrelerden seçti. Fowles, yarattığı karakterlere kendi sınırları içinde seçme ve davranma özgürlüğü tanımanın yazar sorumluluğunun gereği olduğuna inanıyordu.

        1963’te yayımlanan ilk romanı “Koleksiyoncu” böylece büyük başarıya ulaştı. Ardından “Büyücü,” “Fransız Teğmenin Kadını,” “Abanoz Kule,” “Daniel Martin,” “Zaman Tüneli” ve diğerleri geldi. İngiliz romancı, hikâyeci, şair; mit ve gizemi gerçekçilik ve varoluşçulukla ile birleştirerek yüzyılın önemli yazarları arasına girdi.

        “Ben romanlarımı, normalde orman yürüyüşlerini planladığımdan fazla planlamam; bir noktada, en çok umut veriyor görünen yolu seçer, girmeden önce bir yol programı belirlemem” diyor. Roman yazarlığının anahtarının, ne pahasına olursa olsun doğayla ve hatta ağaçlarla ilişkisinde olduğunu vurguluyor. Ormanlar ona, esrarengiz bir şekilde, hiçbir zaman statik bir şey gibi görünmemiş. “Fiziksel yönden, ben onların içinde hareket ediyorum: ama metafizik yöndense onlar benim içimde hareket ediyor sanki…” diye anlatıyor.

        Başka benzetmeleri de var bu konuda. Tıpkı romanlar gibi, iyi ya da kötü ağaç topluluklarının olduğunu; kimilerinin ziyaretçiyi sayfayı çevirmeye, ötesini keşfetmeye teşvik ettiğini; kimilerinin böyle olmadığını söylüyor: “Fakat en ‘okunmaz’ ağaçlar ve ormanlar bile, hiçbir zaman bir ormandaki sapılacak yollar kadar çok çeşitli gidiş dönüş sunmayan, içinden geçen sadece tek bir yolu bulunan romanlardan daha derin aslında.”

        YARARSIZLIĞIN YARATTIĞI DÜŞMANLIK

        “Ağaçlar” neresinden bakarsanız bakın felsefi bir metin. Bilgiyle inancı, doğal ve yapayı, insan ve insansızlığı karşılaştıran, eğer varsa ve tek bir taneyse doğruyu bulmayı da bize bırakan felsefi bir metin. Bu çerçevede Fowles’ın temel karşı çıkışı, insanın doğayla ilişkisinde benimsediği ikiyüzlü faydacılığa.

        “Doğayla ilişkiyi başarmak sadece salt bilginin ve salt duyguların ötesindedir ve hem bir bilim hem de sanattır; ve ben şimdi doğu mistisizminin, transandantalizmin, ‘meditasyon teknikleri’nin falan ötesinde düşünüyorum; yahut en azından, bizler Batıda bunları bana gittikçe narsistçe bir tarz gibi gelen, kendimize yarar bir şekle dönüştürdük, kendimizi daha pozitif, daha bir anlamlı, daha dinamik hissedelim diye. Ben doğanın bu şekilde, onu bir terapiye, kendi duyarlılığına hayran kişiler için bedava bir kliniğe dönüştürerek erişilebilir olduğuna da inanmıyorum. Doğadan yabancılaşmalarımızın en karmaşığı, kavranması en zor olanıysa, ondan bir şekilde yaralanma, kişisel bir yarar sağlama ihtiyacımızdır. Vahşi doğayı –ne kadar masum ve kullanılması zararsız olsa da- kullanılabilirlik kavramından ayırmadıkça, doğayı (ya da kendimizi) asla kesinlikle tam anlamayacak ve kesinlikle hiçbir zaman saygı duymayacağız. Çünkü doğaya karşı çok eskilerden kalan düşmanlığımızın ve kayıtsızlığımızın kökeninde, onun genel olarak büyük ölçüde yararsızlığı yatar.”

        Kendinizdeki doğayı, doğanın kendisini anlamak için iyi bir kılavuz “Ağaçlar.”

        REKLAM

        *

        İKİ TAVSİYE

        Meteorlar, salgın hastalıklar, nükleer savaş, yapay zekâ, iklim değişikliği ve diğerleri… Bizi yok edecek olan şeyden nasıl korunuruz veya nasıl kurtuluruz? Time bilim editörünün kaleminden. Lenz ise kurtulması zor bir kısa roman yazmış: Lise öğrencisi Christian, İngilizce öğretmeni Stella’ya aşık olur…

        Kıyamet Günleri (Bryan Walsh / Profil)
        Kıyamet Günleri (Bryan Walsh / Profil)
         Saygı Duruşu (Siegfried Lenz / Can)
        Saygı Duruşu (Siegfried Lenz / Can)

        Diğer Yazılar