Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Bir nörologun psikoloji ve felsefe bilmesi elzem herhalde değil mi? Kitabı okuyunca bir mecburiyet olduğu anlaşılıyor.

        Bir nörolog ürolojiden genel cerrahiye tıbbın tüm branşlarına hâkim olmak zorunda. Öncelikle kronik izlem gerektiren ve komorbiditesi, yani ek hastalıkları olan ileri yaş grubu hastalarla ilgileniyoruz. Zaten istemeseniz bile öğrenmek zorundasınız çünkü örneğin bir beyin damar tıkanıklığı hastasının tansiyon ve şeker regülasyonu, gayta ve idrar çıkışı da takip edilmeli. Servislerdeki nöroloji hastaları sıklıkla saf nöroloji hastası değil. İkincil olarak TUS kazanmayan bir doktor nöroloji asistanlığına başlayamaz. TUS’ta mikrobiyolojiden plastik cerrahiye biyokimyadan cildiyeye her branştan soru çıkıyor ve nörolojinin puanı çok yüksek. Psikolojiye gelince, asgari altı ay psikiyatri servisinde çalışıp hasta takip etmeden ve poliklinik yapmadan uzman unvanı alamıyorsunuz. Yani evet psikolojiden anlamak zorundasınız. Felsefeye gelince, felsefeyle ilgilenen insanlar genelde tıp okumuyor ve tıp okuyan insanlar genellikle felsefeyle ilgilenmiyor.

        Kitaba gelelim… Anlattığınız hikâyede Phineas Gage’in hasarlanan ön beyin bölgesi zamanla onun ahlâkında arızalara yol açıyor. Ahlâk aslında neredeyse tüm toplumlarda dinle/inançla iç içe algılanan bir kavram. Dolayısıyla dini inancı da bu bölgenin belirlediğini söyleyebilir miyiz, yoksa bir dönem açıklandığı gibi, “inanç lobu” benzeri bölgeleri var mı beynin?

        Aşırı dinsellikle seyreden bazı nörolojik durumlar var. Örneğin Gescwind Sendromu. Tarihteki bazı ünlü insanların bu duruma sahip olduğuna kesin gözüyle bakılıyor. Örneğin ressam Van Gogh, Fransız Azize Jeanne d’Arc, yazar Dostoyevski. Bunlardan kitapta da bahsettim zaten. Ama beyinde din merkezi burasıdır diyemeyiz.

        REKLAM
        Dr. Ece Balkuv Başaran
        Dr. Ece Balkuv Başaran

        Prefrontal korteks, son derece önemli bir işleve sahip. Hem ahlâki, davranışsal vb. açıdan, hem de ileride yakalanılabilecek Alzheimer, demans vb. hastalıklar açısından. Bu bölgeyi sıkı kontrol altında tutarak veya bazı müdahalelerle (veya nöroplastisite ile) “iyileştirmeye gitme” imkanı yok mu? Bu yönde ne tür çalışmalar var?

        Evet frontal korteksimiz bizi hayvanlardan ayıran en önemli özelliğimiz. Nöroplastisite yeni bağlantılar yoluyla beynin kendini reorganize etmesi demek. Nöroplastisitenin keşfiyle ilgili en harika olan şey ise sadece inme veya travmatik beyin hasarında iyileşmeyi sağlamasının yanı sıra hayat kalitemizi arttırmak için de kullanabilecek olmamız. Sağlığımız ve başarımızı arttırmamızı sağlayabilecek bir keşif. Nöroplastisitenin ahlâk gibi soyut kavramların güçlendirilmesi ile ilgili aktif bir çalışması yok. Bu şu an için fazla komplike ancak nöroplastisiteyi arttırmak için bizim yapabileceklerimiz mevcut. Kaliteli ve yeterli uyku almak mesela. Beynimizin hafıza ve öğrenmeyle ilgili bağlantılarını güçlendirmesi için uykuya ihtiyacı var. Yeni bir dil öğrenmek, bir enstrüman çalmayı öğrenmek veya bir sanatsal faaliyetle ilgilenmek beyni güçlendirir. Stres hepimizin maruz kaldığı sessiz bir katil ve nöroplastisiteyi de olumsuz etkiliyor. Ayrca nöroplastisite çalışmalarında otorite kabul edilen Dr. Michael Merzenich, motivasyon ve yüksek konsantrasyonun nöroplastisiteyi arttırdığını söylüyor. Yani yeni bir şeyi mecburiyetten değil de merak gibi olumlu bir motivasyonla öğreniyorsanız bu, beyni güçlendirmek için daha faydalı. Bu yazdıklarım, Alzheimer gibi nörodejenatif dediğimiz yani sinir dokusu yıkımıyla giden hastalıkları önlemek için hayati öneme sahip. Son olarak Emory Üniversitesi’nden araştırmacılar, hikâye okuma gibi kurguyla alâkalı işlerin beyindeki bağlantıları kuvvetlendirdiğini keşfettiler. Ayrıca bu, strese karşı da iyi bir silah.

        REKLAM

        “HÜR İRADE ZATEN YOK”

        Özellikle tacizci-tecavüzcüler, şiddet ve teröre meyilli olanların belirli ortak beyinsel fonksiyon bozuklukları veya benzer beyin yapıları taşıdıkları zaten araştırmalarla ortaya çıkarıldı. Öyleyse, tıpkı genlere müdahaleyle yapıldığı gibi, beyine müdahaleyle de “iyi” insan yaratmak mümkün mü ve doğru mu?

        İyi insan yaratmak bence doğru. Çünkü hür iradenin zaten varolmadığına inanıyorum. Bu kitabı okuduktan sonra okurlar da benim gibi düşünecektir. Özellikle, aynı beyinde bile farklı bilinçler olduğunun nasıl gösterildiğini öğrenince. Kitapta bahsetmedim ama en basitinden oksitosin isimli bir hormon bu işi yapabilir. Oksitosin annelik ve aşk hormonu olarak da bilinir. Agresyonla alâkalı bulunan amigdalayı baskılar. Nöroendokrinolog Robert Sapolsky ‘Behavior’ isimli kitabında nazal oksitosin uygulaması sonrası insanların birbiriyle iletişiminde daha pozitif olduğundan bahseder. Hepimizde biraz daha fazla oksitosin olsa dünya daha güzel bir yer olurdu. Bu hormonun tek zararı ırkçılığı arttıran bir etkisi olması. Çünkü oksitosin, ‘kendinden’ olanı sever ve korur, annenin bebeğini ya da bir aşığın sevgilisini sevmesi gibi. Bunu da insanlara oksitosin uygulaması öncesi ve sonrası farklı ırklardan insan fotoğraflarına verdikleri bazı yanıtlardan edinilen bilgiye göre söyleyebiliyoruz. İşte tüm gerçekliğimiz, her şey nörokimyasal gerekçelerle oluyor. Doğal olarak suçlu insanların da genlerinin kurbanı olduğunu düşünüyorum. Misal, hapishanedeki kadın ve erkekler ile kontrol grupları karşılaştırıldığında suçlu grupta testosteron miktarının hep daha yüksek çıktığı biliniyor. Nörobilimci Dick Swaab adalet sisteminin genlerinin kurbanı insanlara ceza vermesini uygun bulmayacak kadar radikal. Tabii ciddi psikiyatrik hastalıklardan bahsetmiyoruz. Buna karşın ben bir başkasının genlerinin kurbanı olmak istemem. O yüzden evet, dışarıdan müdahaleyle ‘iyi insan’ yaratmak bence doğru ve pratikte hiç uygulaması olmamasına karşın teorik olarak mümkün. Bir örnek vereyim; Alman gazeteci Ulrike Meinhof 43 kişinin katledilmesine yol açan bir terörist grubun üyesiydi ve hapishane hücresinde intihar etti. Daha doğrusu ölü bulundu. Orada da epey soru işareti var ama konudan uzaklaşmayayım. Ölümünden sonraki biyopsisinde amigdalaya bası yapan bir anevrizması olduğu ortaya çıktı. Amigdala, basitçe, insanlarda korku ve agresyonun merkezidir. İddianamem bu kadar sayın yargıç.

        REKLAM

        Uyku gerçekten beyin için çok önemliyse neden “yaratıcı” dediğimiz insanlar az uyuyanlardan ve hatta zihinsel sorunları daha çok yaşayanlardan çıkıyor?

        Beyinde pek çok yolak var. Bu yolaklar arası bağlantılar yaratıcılığı oluşturur. Yaratıcı faaliyet için spontan düşünceler ve yönetici kontrol merkezi arasında iyi bir uyum olmalı. Az uyku bu yolağı kuvvetlendirmez. Bilakis kötüleştirir. Uykusuzluktan gözaltları morarmış saçı başı dağılmış deli-dâhi profesör karikatürünü çok gördüm ama lütfen gerçek hayattaki bilim insanlarına veya saygın sanatçılara bakın. Hiç bu karikatüre uyuyor mu? Leonardo Da Vinci gibi dâhilerin pek az uykuyla günü geçirdiği hep söylenir ancak daha çok uyusaydı yaratıcılığı azalmazdı. Muhtemelen yapacak çok işi olduğundan uykuya zaman ayıramıyordu. Bazı psikiyatrik hastaların yaratıcılık seviyeleri yüksek evet ama istatistiksel olarak anlamlı oranda değil. Yani toplumdaki yaratıcılık düzeyinden daha yüksek değil. Sadece daha dikkat çekici. Herhangi bir psikiyatrik hastalığın tanımında -ki biz psikiyatrik hastalık tanısını DSM kriterlerine (Diagnostic and Statistical Manual of Mental Disorders) göre koyarız- şu grup psikiyatrik hastalarda yaratıcılık artmıştır gibi bir bilgi bulamazsınız. Bu sadece popüler ve yanlış bir algı.

        BEYNİNİZ HAYATINIZI NASIL ŞEKİLLENDİRİR? (Dr. Ece Balkuv / Müptela Yayınları)
        BEYNİNİZ HAYATINIZI NASIL ŞEKİLLENDİRİR? (Dr. Ece Balkuv / Müptela Yayınları)

        “BEYİN İSTERSE EL GÖZÜN YERİNİ ALABİLİR”

        Zekâ salt beyne mi bağlı? Zekâ ve akıl arasındaki farkı siz nasıl tanımlıyorsunuz?

        Zekâ salt beyne bağlı. Ancak beyin de vücutta bulunur. Dolayısıyla sağlam kafa sağlam vücutta bulunur lafı çok doğru. Yani böbrek yetmezliğiniz varsa ve kanda üre düzeyiniz çok yüksekse, mütemadiyen halsizseniz, stres nedeniyle glukokortikoid salgılıyorsanız beynin bundan etkilenmemesi ve problem çözme yeteneğinde azalma olmaması mümkün değil. Zekâ ve akıl arasında ne fark var bilmiyorum. Bilimsel makalelerde sıklıkla bu terimler yerine “problem çözme yeteneği” diyoruz ve en yaygın şekliyle IQ testiyle ölçüyoruz.

        REKLAM

        Dünyayı algılamamızı sağlayan homunculus zaman içinde nasıl bir evrim geçirmiş? Mesela parmaktan beyne çift taraflı bir yol olduğuna göre, bizim yeni ekran bağımlılığımızla geliştirdiğimiz parmak hareketi (ekran kaydırma), beynimizi bundan sonra nasıl etkiler? El, gözün yerini mi alır mesela ilerde?

        Bence bu çok güzel bir soru çünkü cevabı ‘evet’. Beyin öyle uyarlanmaya müsait bir yapı ki eğer beyniniz elin gözün yerini alması gerektiğine karar verirse bu gerçekleşir. Beyin dokunma yolağını görme yolağı haline getirebilir. Sinirbilimci Bach-y-Rita ünlü fizikçi Michio Kaku ile yaptığı bir röportajında beyinde her şeyi her şeye bağlayabileceğini söylemişti ve yapıyor da. Kendisi nöroplastisiteden tedavi alanında faydalanan ilk çalışmayı 1969’da dünyanın en prestijli tıp dergilerinden Nature’da yayınladı. Çalışmasında görme engelli bireyler dev bir kameranın karşısına oturtuluyor. Kameraya yansıyan görüntünün oluşturduğu elektriksel sinyaller bir bilgisayara kaydediliyor. Kaydedilen sinyaller görme engelli kişinin oturduğu koltuktaki metal bir plakada bulunan 400 adet titreşimli uyarıcıya gönderiliyor. Böylece katılımcılar ciltlerinde farklı şiddetlerde uyarımlar hissediyorlar. Dokunma uyarısı veren uyarıcılar piksel görevi görüyorlar. Bir görüntünün koyu kısımlarında titreşim artarken ışıklı beyaz kısımlarda uyarıcının titreşimi azalıyor veya duruyor. ‘Dokunsal görme cihazı’ veya orijinal adıyla ‘tactilevisiondevice’ adı verilen bu teknoloji sayesinde doğuştan görme engelli insanlar ilk defa okumaya, yüzleri tanımaya ve hangi cisim yakında hangisi uzakta ayırt etmeye başladılar. Çünkü dokunma uyarıları olması beklendiği gibi dokunma merkezine değil, vizüel korteks dediğimiz görme merkezinde sonlanmaya başladılar. Ayrıca çalışmaya katılanlar cihazı ne kadar sık kullanırlarsa derinlik ve perspektif algıları o kadar arttı. Günümüzde bu teknoloji baz alınarak görme engelli bireyler için geliştirilen tabletler mevcut. Yine aynı ekip ‘brainport’ adı verilen ve dile yerleştirilen bir cihaz sayesinde vestibüler sistemi yani denge merkezi hasar görmüş insanların dengelerinde kalıcı olarak düzelme sağladı. Bunu da, kişinin, vizyospasyal konumunu dil sinirini aracılığıyla ilgili sinir dokusuna iletmek suretiyle oluşturdu. Daha basit bir ifadeyle tat duyusundan sorumlu dili denge duyusuyla alâkalı hale getirdi. Yani duyusal substitisyon mümkün ama tabii ki sırf başparmağınızı çok kullandığınız için parmağınızla görür hale gelemezsiniz.

        Yıllarca komada kalıp bir anda uyanan ve hiçbir şey olmamış gibi yaşamlarına devam edenler var. Bu nasıl bir mucize ve bu tür vakalarda ortak süreçlere rastlıyor muyuz? Yoksa tamamen bilinmez mi?

        Yeterli sıvı ve besin desteğiyle komadaki hastalar yıllarca hayatta kalabilir. Terri Schiavo isimli Amerikalı bir hasta 15 yıl (1990-2005) komada kaldıktan sonra, 7 yıl süren uzun mahkemeler sonucu ötenazi hakkı kazanmış ve beslenmesi kesilerek hayatına son verilmişti. Böyle pek çok örnek mümkün ancak yıllar süren bir komadan sonra uyansanız bile hemen eski hayatınıza dönemezsiniz. Misal kolunuz bir ay alçıda kalsa kolunuzu eskisi gibi kullanabilmeniz için fizik tedavi uygulamasına ihtiyaç duyarsınız. Gözle görülür biçimde uzvunuz incelir. Çok uzun süre komada kaldıktan sonra tamamen eskisi gibi olmanız beklenmez. Ancak beyin kapasiteniz ne kadar fazla ve koma nedeniniz ne kadar hafifse eskiye dönüş ihtimaliniz artar. Bir kere yoğun bakımda iki gün boyunca entübe yani solunum cihazına bağlı olarak takip ettiğim bir hastam hızla uyanıp ciğere uzanan hortumunu çekmiş ve aniden yataktan kalkmıştı. Bir daha hiç o kadar dramatik bir uyanış görmedim. Nadir bir örnek. Tabii o hasta çok gençti ve koma nedeni beyin hasarı değil ilaç intoksikasyonuydu. Zehir vücuttan itrah edilince böyle hızlı bir uyanış mümkün olabilmişti.

        “DEJAVU VE JAMAISVU ANORMAL NÖROLOJİK FENOMENLER”

        Zihnimizin çoğu gerçekten bilinçaltıysa, bu bizi korumak için mi? Bilinçaltını üstüne çıkarmaya çabalayanlar risk altında değil mi öyleyse? Bir psikolog bana, “hayatta karşılaşacağın tuzakları bilmek istemez misin” diye sormuştu? Bilmesek daha mı iyi?

        Evet, bizi korumak için. Şimdi ben sizinle konuşurken pek çok şeyi algılıyorum. Örneğin dışarıdan gelen sesleri duyuyorum. Ancak beynime ulaşan bilginin ezici çoğunluğu bilinçaltı düzeyde kalıyor. Prefrontal kortekse sadece bilmesi gereken kadar bilgi ulaşır. Şu an prefrontal korteksim sizin sorularınızla meşgul. Bu da beynimin şu an algıladığının küçük bir kısmı. Aslında neyse ki böyle. Daha çarpıcı bir örnek vermek gerekirse; kimse yolda giderken aniden önüne bir araba çıktığında kafasının yol kenarındaki kedilerle ya da ağaçtan gelen kuş sesleriyle meşgul olmasını istemez. Beynimiz de yüksek kortikal yapıları bunlarla meşgul etmez. Psikolojik anlamda bazen bir savunma mekanizması olarak bastırmayı kullanırız. Özellikle fobileri yenmek için bilinçaltı çözümlemeleri faydalı olabilir. Bunların altından çoğu zaman bilinçaltı etmenler çıkar. O yüzden bu öznel bir soru. Genelleme yaparak iyidir veya kötüdür demek doğru değil.

        REKLAM

        Unutmak neden gerekli? Beynimizin sadece yüzde beşini mi kullanıyoruz? Öyleyse geri kalan yüzde 95 ne iş yapar?

        Beyin çok kıymetli bir doku. Mesela gayrimenkul olarak düşünürseniz çok popüler bir caddede köhne bir mağaza olabilir mi? Hayır, en kaliteli dükkânlar yer alır. Beyin de artık kullanmadığınız, işe yaramayan bilgiyi siler ve yerine yenisi gelir. Çünkü beyin uzay gibi genişlemiyor, bilâkis yıllar geçtikçe yaşlanmanın bir götürüsü olarak dokusundan kaybediyor. Bir bilginin bağlantılarını yenilemezseniz o sinaps dediğimiz bağlar yıkılır ve beyin kıymetli enerjisini daha hayati sinapslar için harcar. İşe yaramayan, pekiştirmediğiniz veya duygusal yük taşımayan anı ve bilgiler zamanla eskiyen binalar gibi yıkılır ve yerine yenileri yapılır. Bunun tek istisnası yoğun duyguların, özellikle korkunun eşlik ettiği, amigdalanın işin içine girdiği hatıralar için geçerlidir. Onları unutmazsanız. Büyük İstanbul depremini yaşayanlar o an ne yaptığını unuttu mu? Hayır. Hatırlamak için bir çaba sarf etmeseniz dahi beyin duygusal yükü olan anıyı korur. Çünkü bu anı bu kadar duygusal deşarj içeriyorsa hayatidir der ve silmez. Ve beynimizin yüzde beşini kullanmıyoruz. Dinlenme halinde dahi beyin tamamen aktiftir.

        Örneklerle, hatırlamanın, hatıraların da aslında ne kadar yanılsama dolu olduğunu anlatıyorsunuz. 1) Dejavu de böyle bir şey midir? 2) Jamaisvu de böyle bir şey midir?

        Evet. Hani derler ya bu devirde babana bile güvenmeyeceksin. Ben bir adım ileri taşıyorum ve kendine bile güvenmeyeceksin diyorum. Örnekleriyle sahte anıların hepimizde varolduğu ve olabileceğinden kitapta bahsettim. Dejavu ve jamaisvu ise çok farklı nörolojik fenomenler. Çoğu zaman epileptik nöbet sonucu ortaya çıkarlar. Yani beynin anormal elektriksel deşarjı bunlara neden olur.

        “GÜRÜLTÜ OTİZME YOL AÇAR”

        Bir teoriye göre insan zaten öğrenmez, hatırlar. Yani genetik ve arketipsel olarak biz zaten bilerek doğduk, sadece zamanla hatırlayarak öğrendiğimizi sanıyoruz. Mümkün mü?

        Hayır, kesinlikle mümkün değil. Günümüzde tartışılan bir konu değil bu. İlkel bir görüş. Trajedisiyle çok çarpıcı olan tarihsel bir olaydan bahsedeyim; 1200’lü yıllarda yaşayan Kutsal Roma İmparatoru II. Frederik, bebekler modern dillerden etkilenmesin özlerinde bulunan tanrının dilini hatırlasınlar diye bir grup yenidoğanı doğar doğmaz annelerinden ayırdı ve tüm bakımlarını yapmalarına karşın onlarla hiç konuşmamaları tembihlenen bakıcılar tarafından büyütüldüler. Sonuçta çocuklar asla konuşamadı. Dilsiz oldular.

        Beyaz gürültü”nün çocukların beynini ciddi manada etkilediğini söylüyorsunuz. Oysa bazı ebeveynler çocuklarının bundan hoşlandığını sanıp çamaşır makinesini, saç kurutma makinesini bile çalıştırabiliyorlar…

        REKLAM

        Evet, bebekler beyaz gürültüyü gerçekten seviyor. Özellikle yenidoğanlar. Ana rahmindeki uğultular gibi tanıdık geliyor ve o güzel ortamı anımsatıyor muhtemelen. Ancak her frekanstan ses muhteva eden, saç kurutma makinesi gibi cihazlardan gelen ve beyaz gürültü olarak adlandırılan bu seslerle çocukları uyutmak tehlikeli olabilir. Çünkü ‘kritik periyod’ dediğimiz, yani bir organizmanın sinir sisteminin çevresel uyaranlara karşı aşırı hassas olduğu zaman diliminde aşırı uyarılma BDNF adı verilen uyarıcı hormonun aşırı miktarda salınımına ve doygunlukla kritik periyodun erken sonlanmasına neden olabilir. Böylece beyin haritalandırılması tamamlanmadan, beynin olgunlaşması bitmeden yani henüz nöral ağ bağlantıları ulaşması gereken nihai haline ulaşmadan değişime kapalı hale gelir. Beyin, aşırı uyarılabilir ve aşırı hassas halde kalır ve bu durum da otizmi tetikleyebilir. Beyaz gürültünün özellikle istenmemesinin nedeni tüm frekanslarda ses içermesi. Otizmde beyin aşırı hassas hale gelince tek bir frekansta ses duyulmasıyla bile tüm işitsel kortekste elektriksel ateşlenme ortaya çıkar. O yüzden otistik çocuklar yüksek gürültülü ortamlarda elleriyle kulaklarını kaparlar. Üstelik bu uygunsuz ve aşırı elektriksel ateşlenmeler otizmdeki artan epilepsi sıklığının da nedenidir. Kısacası yaygın kabul gören bir teoriye göre gürültü otizme yol açan bir çevresel faktördür. Destekleyen pek çok bulgu da var. Bir çalışmaya göre havaalanı gürültüsüne yakın muhitte oturan çocukların zekâ seviyeleri daha sessiz mahallelerde oturanlardan daha düşük çıkıyor. Bir başka çalışmada ise, aynı toplu konutta gürültülü otoyola yakın oturan çocuklar ve gürültü kaynağından daha uzak dairelerde oturan çocuklar karşılaştırılmış. Tahmin edeceğiniz gibi çocukların oturdukları daireler ne kadar gürültülüyse zekâ seviyesi de orantılı olarak daha düşük bulunmuş. Gürültü biz yetişkinler için de bir problem ve stres kaynağı. Büyük şehirlerde her taraftan gelen inşaat gürültüsü, fren sesleri ve kornalar yüzünden korku ve endişenin kaynağı kabul edilen amigdala isimli minik bir beyin yapısı aktive olur ve bu yüzden şehir yaşamı stresli deriz. Bu uyarımlar yüzünden şehirdeki insan kırsaldakinden çok daha fazla stres hormonu yani glukokortikoid salgılar. Glukokortikoidlerin en iyi bilinen etkileri arasında protein yıkımının uyarılması, bağışıklık siteminin baskılanması, şeker ve tansiyon seviyelerinde yükselme, kemik erimesi, cilt kalitesinde bozulma ve incelme var.

        “ZEKÂ KOPYALANABİLİR AMA YA DUYGULAR?”

        “Beyin boşlukları sevmez. Her şeyi açıklamaya çalışır. Açıklaması yoksa uydurur. İşte gerçeklik dediğimiz şey aslında budur. Çünkü beynin asli görevi dış dünyayı algılamak değil, bizi dış dünyayla uyumlu hâle getirmektir. Gerçeğin değil pragmatik olanın emrinde evrimleşmiştir.” Bu bizim aslında olmadığımızın bir kanıtı değil mi?

        Bana kalırsa bu bizim olmadığımızın değil ama düşündüğümüz ya da zannettiğimiz gibi olmadığımızın kanıtı. Yani ‘bir ben vardır benden içeri’.

        Bizimki gibi bir yapay zekâ olacak mı, yoksa bizden iyi mi olacak? Zekâ kopyalanabilir mi?

        Zekâ kopyalanabilir belki de duyguları nasıl kopyalayacaklar merak ediyorum. Yaklaşık 25 yıl önce bir IBM bilgisayarı dünya satranç şampiyonu Garry Kasparov’u yendi. Zekâyı “problem çözme becerisi” olarak kabul edersek bunun algoritması belki yapılabilir. Ancak duygular olmadan kişi en basit kararı bile veremez. Kitapta da bahsettiğim gibi yapay zekâlardan, yanan bir evden önce bebeği mi yoksa kediyi mi kurtarmak gerekir gibi kararlar vermeleri isteneceği hesaba katılırsa duygulara ihtiyacı olacaklarını da öngörebiliriz. Zaten bu nedenle ‘duygusal robotlar’ geliştirmek için ciddi çaba harcanıyor. Bir başka örnek beyin-bilgisayar arayüzü kullanmak. Elon Musk, Neurallink şirketinde insan beynine yapay zekâ yazılımını aktararak beyin ve bilgisayarı birbirine bağlamaya çalışıyor. Bu sayede yapay zekâlar bizim ürettiğimiz duygulardan istifade edebilir. Duygular o kadar önemli ki, tüm duygularınız aniden kaybolsa annenizi bile tanıyamazsınız. Bir örnek vereceğim: Capgras Sendromu tanıdık kişilerin yerine, onlara çok benzeyen sahtekârların geçmiş olduğuna inanmayla seyreden bir rahatsızlık. Bugünkü yaygın kabule göre bu durum yüz tanıma merkeziyle duygu merkezi arasındaki kopukluktan kaynaklanıyor. Yani yüz tanıma merkeziniz çalışıyor ve annenizin yüzünü tanıyorsunuz, ancak bu bilgiye uygun duyusal yanıt iki merkez arasındaki kopukluk yüzünden oluşmuyor ve duygusal yanıt oluşmayınca da ‘bu kadın anneme çok benziyor ama annem olamaz, onun bir taklidi’ çıkarımına varılıyor.

        Hayatta başarılı olmanın sırrı, hazzı ertelemek mi? “Her şeyi zamanında yaşamak ve o andan zevk almak” ne olacak?

        Başarıdan kastınıza göre değişir tabii. Başarıyı mutlulukla ölçerseniz araştırmalar gösteriyor ki mutluluk için en önemli etmen kaliteli bir sosyal yaşam. Ama Facebook’ta 1000 tane arkadaşınız olmasından bahsetmiyorum. Hayatınızı sevdiğiniz insanlarla paylaşmayı kastediyorum. Ancak başarıyı örneğin kariyer ile ölçerseniz, hazzı erteleyip eşek gibi çalışmadan anı yaşayarak olmuyor o iş. Ek olarak hedonizmi çok tehlikeli buluyorum. Bir defa her şeyin göreceli olduğunu kabul edersek ‘zevk alma’ odaklı bir hayatta pek fazla zevk bulunmaz. Sizin zevk alabilmeniz için zevk almanın zıddını da deneyimlemeniz lâzım. O yüzden sürekli anı yaşarsanız, anı yaşadığınızı fark edemez ve anın esiri olursunuz.

        Beynimizin tüm sırlarını çözecek bir beyne sahip miyiz veya bir gün olur muyuz? Bunu çözersek evrenin sırlarını da çözmüş olur muyuz?

        Beynimizi beynimizin izin verdiği ölçüde çözebiliriz. Ne kadarına izin verip vermediğini ise bilemeyiz bile. İnsan ırkı sonsuza kadar varolacak olsaydı teorik olarak evrenin tüm sırlarını çözebilirdi. Ancak yok olup gideceğiz.

        Diğer Yazılar