Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Trenle gidip gelirken uzaktan mutlu bir çifti gözetleyen ve sona ermiş evliliğinin acısını yaşayan Rachel, sırlarla dolu bir cinayetin ardından geçmişiyle yüzleşir. ‘Trendeki Kız’ (The Girl on the Train) şaşırtmacalı ve sürprizli bir polisiye

        BİR gizem filmi gibi başlıyor ‘Trendeki Kız’... Trenin penceresinden banliyödeki evlere bakarken iyi bir hayal gücüne sahip olduğunu söyleyen Rachel (Emily Blunt) daha ilk andan bizi filmin gerçekçiliği konusunda uyarıyor. Kaldı ki, baştan sona şaşırtmacalı bir film seyrediyoruz.

        İlk bölümde Rachel’in saplantılarına ve alkol bağımlılığına şahit oldukça, psikolojik bir dram seyredeceğimizi düşünüyoruz. Lakin, ‘ilk perde’ sürpriz bir cinayetle kapanınca kendimizi aniden polisiye bir öykünün içinde buluyoruz. “Katil kim?” sorusu kadar, “Seyrettiklerimizin ne kadarı gerçek, ne kadarı hayal?” sorusu da aklımızdan çıkmıyor. Filmin 3 kadının farklı dönemlerde yaşadıklarını paralel olarak anlatan yapısı şüphemizi güçlendiriyor.

        SÜRPRİZLER BİTMİYOR

        Dışarıdan mutlu ve âşık bir kadın imajı veren Megan (Emma Cullen) ile Anna’nın (Rebecca Ferguson) hikâyeleri, gerçekçi bir tarzda anlatılırken, Rachel’in yaşadıkları tümüyle belirsizlikler, hayaller, kopuk kopuk anılar ve parçalanmış anlar üzerinden ilerliyor... Megan ve Anna’nın bölümleri ‘üçüncü tekil şahıs’, Rachel’inkilerse tam tersine ‘birinci tekil şahıs’la yazılmış izlenimi veriyor. Diğer 2 öykünün Rachel tarafından hayal edilmiş olduğunu düşünmeniz dahi mümkün. Dolayısıyla, finale kadar sürprizlerin bitmediği bir film bu...

        Finalde her şey netleştiğinde, entrikanın iyi kurulduğunu söylemek belki mümkün ama öykünün her ayrıntısıyla ikna edici olduğunu iddia etmek zor... Özellikle kilit karakter Megan’ın duygusal tercihleri ve yaşadığı değişimlerin inandırıcı olmadığını düşünüyorum. Rachel ve Anna, daha sahici karakterler.

        Sorun sadece senaryoda değil. ‘Trendeki Kız’ın yönetmen Tate Taylor’un üslubuna uygun bir film olduğu da tartışılır. Taylor, 1960’larda ABD’nin güneyinde yaşanan ırkçılıktan bir kesit aktardığı ‘The Help’te (2011) anlatıma daha hâkim bir yönetmendi. James Brown’ın hayatını anlattığı ‘Get on up’ta (2014) iyi eleştiriler almıştı. Gizem, gerilim ve polisiyeyi birleştiren bu filmde aynı seviyeyi yakaladığını söylemek zor. Rachel’in zihnindeki karmaşayı çoğunlukla tanıdık hızlı kurgu klişeleri üzerinden anlatıyor ve bir yönetmen olarak türün hakkını tam olarak veremiyor. Ama özellikle oyuncu yönetiminde iyi olduğunu düşünüyorum.

        FEMİNİST BİR ALT METNE SAHİP

        Paula Hawkins’in çok satan romanından Erin Cressida Wilson tarafından uyarlanan senaryo, feminist bir alt metne sahip. Rachel, yitirdiği mutluluğun acısıyla kendini kaybetmiş bir kadın. Mutlu aşkın simgesi olarak gördüğü Megan’ın hayatındaki değişim onu kendi geçmişiyle yüzleştiriyor. Rachel, Megan ve Anna gerçek sevgiyi ararken birbirleriyle karşı karşıya gelen, rekabete giren kadınlar... Bir yanda mutluluk ve aşk ararken savunma kalkanlarını tümüyle kaldıran kadınlar; diğer yandaysa çıkarlarını kollayan, kadınlara sahip olmak isteyen erkekler var... Ancak sürprizli yapı nedeniyle bu alt metnin ancak finale doğru vurgulanabildiğini belirtelim.

        ‘Trendeki Kız’ tam anlamıyla doyurucu bir etki bırakmasa da özellikle polisiye seven seyircilerin ilgisini çekebilecek, oyalayıcı bir film.

        Filmin notu: 6

        Diğer Yazılar