Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Fritz Böhm’ün yönettiği ABD yapımı “Yabani” (Wildling), hayatını yıllarca bir odada sürdürdükten sonra özgürlüğüne kavuşan ve insanların arasına karışan Anna’nın ergenliğe geçişiyle geçmişini keşfetmesini anlatıyor

        AÇILIŞ sahnesinde, babası küçük Anna’yı “wildling” adını verdiği bir canavardan söz ederek korkutur ve “Sen sadece burada güvendesin” anlamına gelen şeyler söyler... Eski masallardaki korkunç yaratıklar da genellikle benzer işlevlere sahiptir. Çocukları “canavar” tehditleriyle tecrit edilmiş alanlarda büyütmek, toplum düzenine uygun dimağlar yetiştirmenin yollarından biri değil mi hâlâ? Ama Anna toplumdan uzakta büyüyor. Baba dediği kişi (Brad Dourif), onu orman içindeki evin bir odasında insanlardan saklıyor, ergenliğe girmemesi için iğneler yapıyor... Esaretten kurtulduğu ana kadar Anna’nın hayatı, pencereden gördüğü ağaçlar, babası ve canavar korkusundan ibaret... Okuma yazmayı biliyor ama dünya hakkında pek bir şey bilmiyor.

        BİR ERGENLİK ÇAĞI ALEGORİSİ “

        Yabani”, Anna’nın özgür kaldığı bölümde François Truffaut’nun “Vahşi Çocuk” (L’enfant sauvage-1970) ya da Werner Herzog’un “The Enigma of Kaspar Hauser” (1974) gibi filmlerinin izinden gitmiyor. Diğer bir deyişle, Anna ile yeni tanıştığı uygarlık ya da toplum arasındaki ilişkinin keşfine çıkmıyor. Anna, Ellen (Liv Tyler) için korunmaya muhtaç bir genç, yaşıtları için dalga geçilecek farklı bir kız, kimileri içinse bir av... Senaryonun, Anna’yı çevreleyen toplumla olan ilişkilerini inandırıcı bir çerçeveye oturtabildiği, kafamızdaki bütün sorulara yanıt verebildiği söylenemez. Gerçekçilikten çok semboller ağır basıyor. “Yabani” her şeyden önce ergenliğe, içgüdülerin keşfine ve fiziksel değişime odaklanan bir film. Hikâye özü itibarıyla Anna’nın yavaş yavaş bedenini tanıması, içgüdülerine teslim olması ve toplumla olan ilişkisini belirlemesi üzerine... Bütün filmin bir ergenlik çağı alegorisi olduğu söylenebilir. Öte yandan, genlerimizin ve biyolojik kimliğimizin diğer başka her şeye üstün geldiğine dair bir tezi var sanki filmin...

        ATMOSFER AYAKTA TUTUYOR

        Filmde Anna’yı çevreleyen erkek egemen dünya, “ötekiler”in yok edilmesi üzerine kurulmuş düzen ve toplumun farklı olana gösterdiği tahammülsüzlük, yeterince iyi işlenemiyor. Ayrıca her şey öylesine hızla olup bitiyor ve hikâye dram, fantezi ve gerilim türleri arasında öylesine dağılıp parçalanıyor ki, film herhangi bir temada derinleşemiyor. “Baba” karakterinin çelişkiler içinde olmasına itirazım yok ama yaşadığı ani duygusal değişimler ya da verdiği kararların nedenleri iyi anlatılamıyor. Oysa Anna’dan sonra filmin en önemli karakteri.

        Filmde en çok Anna rolündeki Bel Powley’nin oyunculuğunu beğendim. Powley, senaryodaki boşlukları unutturacak kadar inandırıcı, duygusal açıdan derinlikli bir karakter çizmeyi başarıyor. Filmin bir başka iyi yanı da yönetmen Fritz Böhm’ün özenli anlatımı... Fritz Böhm, ilk uzun filminde görüntü yönetmeni Toby Oliver’ın katkısıyla hikâyeyi ayakta tutan güçlü bir görsel atmosfer kurabiliyor. Sonuç olarak, bir bedensel değişim öyküsü ya da “biyolojik gerilim” olarak antolojilere geçebilecek, akıllarda kalmaya aday bir film, ama senaryosunun iyi geliştirilemediği kesin.

        Filmin Notu: 5.5

        Diğer Yazılar