Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        “Love, Death & Robots”, Netflix'te yayınlanan, her biri farklı bir hikâye anlatan 18 bölümlük bir dizi... Biri dışında, tümü animasyon formunda hazırlanmış, 20 dakikayı geçmeyen kısa filmlerden oluşuyor.

        Dizinin yaratıcısı, “Deadpool”un yönetmeni olarak tanınan Tim Miller... Yapımcılar arasında David Fincher da var. Ama hayranlarını hemen uyaralım. Dizinin bütününde Fincher sinemasından izler bulmak çok zor.

        Kuşkusuz, hikâyeler arasında tematik anlamda ortak noktalar bulmak mümkün... İnsan - makine ilişkileri, insanın makineye dönüşmesinin yanı sıra insan - robot arası canlı türlerinin de sık sık karşımıza çıktığı bir dizi bu...

        Ne var ki, her biri farklı yazar ve yönetmenlerin imzasını taşıyan 18 bölümü tek bir pota içinde eritip değerlendirmek öyle çok kolay değil. İlle de ortak bir yan ya da sanatsal tavır derseniz, belki karamsarlıktan söz edebilirim. “Love, Death & Robots” insanlığın geleceği, geçmişi ve bugününe dair kesinlikle iç açıcı bir vizyon taşımıyor. Savaş, şiddet ve kan dolu kısa filmler peş peşe sıralanıyor. Öte yandan, öyle çok ağır bir umutsuzluk söz konusu değil. Mutsuz sonla biten bölümler var ama iyilerin kazandığı kötülerin kaybettiği hikâyeler de azımsanamaz. Daha önemlisi, mizah duygusu, genel karamsar tavrı biraz dengeliyor.

        Görsel açıdan bakıldığında ise karanlık, kasvetli bölümlerin yanı sıra çocuklara yönelik çizgi filmleri andıran aydınlık ve eğlenceli öyküler dikkat çekiyor.

        Animasyonlarda kullanılan grafik stiller açısından bölümler arasında büyük farklılıklar var. Öte yandan, her biri farklı ekipler tarafından hazırlansa da özellikle hipergerçekçi animasyon tarzını kullanan bölümlerde bir üslup birliğinden söz etmek mümkün.

        Alt türlere baktığımızda ise müthiş bir çeşitlilik ve zenginlik göze çarpıyor. Sadece dizinin geneli için söylemiyorum bunu... Bölümleri tek başlarına aldığımızda da sık sık “türler füzyonu”yla karşılaşıyoruz. Hatta “Love, Death & Robots”taki hikâyelerin ortak noktalarından birinin bu “türler füzyonu” olduğu iddia edilebilir.

        “Love, Death & Robots” herhangi bir türün birkaç saniye içinde çok alakasız bir başka türe dönüşebildiği bir seri... Hatta işin en eğlenceli kısmı, galiba bu dönüşümün kendisi... Mesela, Sovyet ekolü bir II. Dünya Savaşı filmi, kara büyü motiflerinin kullanıldığı bir canavar filmine dönüşebiliyor (Secret War)...

        Afganistan'daki ABD - Taliban savaşına kurtadamların dahil olmasını hiç garipsemiyorsunuz (Shape Shifters). Bazen de “makinedeki hayalet” tarzı bir hikâye, Star Wars tarzı bir uzay savaşı filminin dekoruna yerleşiyor (Lucky 13).

        “Mad Max” tarzında tasarlanmış bir kıyamet sonrası otoyol takibi, Transformers serisinden esinlenen motiflerle siberpunk temalarını karşımıza getirebiliyor (Blindspot)...

        Sözün özü, birkaç istisna hariç bölümlerin hiçbirinin tek bir türe ait olduğu söylenemez. Üstelik türler arasındaki geçişler kesinlikle rahatsız edici değil. Hatta dizinin asıl cazibesinin bu geçişler olduğu dahi söylenebilir.

        Sözgelimi, Ken Liu'nun yazdığı, Oliver Thomas'ın yönettiği “Good Hunting”, eşine zor rastlanır bir türler füzyonu vadediyor... Hikâye, insana dönüşebilen bir hayvan türünün dişilerini avlayan Çinli bir baba oğulun egzotik hikâyesi olarak başlıyor. Açılış sahnelerinde, eski usul el çizimlerinin kullanıldığı fantastik bir Uzakdoğu masalında gibi hissediyoruz kendimizi... Ama öykünün geçtiği Hong Kong'un, buhar gücüyle çalışan makinelerin yaygınlaştığı, zeplinlerin uçuştuğu hayali bir geleceğe mekân olmasıyla filmin türü steampunk'a dönüşüyor. “Good Hunting”, hayvandan insana, insandan robota dönüşen kadın karakteri; sömürgecilik ve erkek egemen düzen eleştirisi taşıyan alt metinleri itibarıyla bence dizinin en iyi bölümlerinden biri...

        “Türler füzyonu”yla ilgisi olmayan bölümler de var. Mesela 6 dakikalık “When the Yogurt Took Power” bunlardan biri. Evde mayalanan bir yoğurt türünün, dünyaya hükmetmeye başladığı bu bölüm, sakin, serinkanlı ve zekâ dolu mizah duygusuyla bana göre dizinin en iyisi.

        Dizinin en tuhaf, sürprizli ve ironik hikâyesinin ise Alastair Reynolds'ın yazdığı “Zima Blue” olduğunu düşünüyorum. Aksiyon, gerilim ve şiddetin ağır bastığı 18 bölüm içinde “Zima Blue”, düşüncelerin ağır bastığı, hayatın anlamının sorgulandığı sakin tempolu yegâne bilimkurgu... Şiirsel ve artistik bir havada başlayıp, hiç beklenmedik bir yere doğru gitmesi itibarıyla tıpkı “yoğurt” hikâyesi gibi herhalde hiç aklımdan çıkmayacak...

        Aklımdan çıkmayacak bir başka hikâye de Michael Swanwick'in yazdığı, Tim Miller'in yönettiği, dizinin canlı çekimlere yer veren tek bölümü “Ice Age”... Mary Elizabeth Winstead ile Topher Grace'in oynadığı “Ice Age”, harika bir fikirden yola çıkıyor. Bir çift yeni taşındıkları evde, buldukları üstten motorlu eski buzdolabının içinde minik bir evrenle karşılaşıyorlar. Zamanın çok hızlı ilerlediği bir evren bu.... Açıkçası fikrin çok iyi geliştirildiğini söyleyemem ama çıkış noktası itibarıyla güzel bir bilimkurgu öyküsü olduğu kesin...

        Kuşkusuz vasat filmler de vardı. Özellikle “Sucker of Souls”, bu toplamda ne işi var, dediğim bir bölümdü mesela... Ama sonuçta o da 13 dakika sürdü... Zaten “Love, Death & Robots”un format olarak en büyük avantajı, en uzun filmin 17 dakika olması, bölümlerin peş peşe çok rahat bir tempoda seyredilmesi...

        Diğer Yazılar