Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        2014 yılında seyrettiğimiz “Godzilla”, Canavarlar Evreni'ni (MonsterVerse) başlatan ilk filmdi. King Kong'un solo serüvenini seyrettiğimiz “Kong: Skull Island”ın (2017) ardından karşımıza gelen “Godzilla II: Canavarlar Kralı” (Godzilla: King of the Monsters) ise MonsterVerse'de geçen üçüncü film...

        İlk filmde Godzilla, nükleer silahları geliştiren insanlığa karşı “doğanın dengeleyici gücü” olarak sunuluyordu.

        İkinci filmde de durum değişmiyor. Godzilla hikâyenin içinde bir kez daha “iyi canavar” olarak konumlanıyor.

        Ne var ki, karşısındaki kötü canavarlar bu kez gerçekten çok kuvvetli. Üstelik bir liderleri var. Kadim masallardan fırlayıp gelmiş gibi duran “Üç Başlı Kral Ghidorah” öylesine güçlü ki Godzilla'nın dahi onunla baş etmesi kolay değil...

        İki canavarın karşı karşıya geldiği sahneler, kuşkusuz filmin bel kemiğini oluşturuyor. Kaldı ki, belirli bir noktadan sonra beklentileri karşılayan müthiş bir “Godzilla, Ghidorah Kapışması” seyrediyoruz. Ama bütün hikâye elbette bundan ibaret değil. Hollywood canavar ve felaket filmlerinin vazgeçilmez klişesi “parçalanmış aile hikâyesi”, bir kez daha ısıtılıp önümüze sunuluyor.

        Olayların merkezinde ilk filmde seyrettiğimiz, Godzilla'nın da yer aldığı şehir çatışmaları sırasında oğullarını kaybeden Russell ailesi var.

        Baba Mark Russell (Kyle Chandler) oğlunun ölümüyle yüzleşememiş ve ailesinden uzaklaşıp, kendini vahşi hayat fotoğrafçılığına vermiş... Anne Dr. Emma Russell (Vera Farmiga), teselliyi canavarları gözleyen Monarch kuruluşunda çalışmakta bulmuş ve canavarlarla iletişim kuran ORCA adlı bir cihaz geliştirmiş... Filmin üçüncü ana karakteri ise “Stranger Things” dizisindeki Eleven rolüyle tanıdığımız 2004 doğumlu genç oyuncu Millie Bobby Brown'ın canlandırdığı Maddison Russell... Babası Godzilla dahil tüm canavarların bir an önce öldürülmesinden yana. Annesi canavarlarla insanların uyum içinde yaşadığı bir dünyanın hayalini kuruyor. Maddison ise filmin genel temasına şekil veren bu iki tezin ortasında duruyor...

        Bu tür filmlerin odağına parçalanmış aile hikâyesi konmasının amacı, seyircinin filmle daha sağlam bir duygusal bağ kurmasıdır... Ama kendi adıma özellikle aile üyeleri üzerinden filmle duygusal bağ kurabildiğimi söylemem mümkün değil. Hatta tam aksine, Russell ailesinin filmle arama mesafe koyduğunu dahi söyleyebilirim... Özellikle Mark Russell'ın Monarch'taki ekibe katılır katılmaz birkaç dakika içinde her dediği doğru çıkan bir karaktere ve herkese sözünü dinleten bir lidere dönüşmesi, “güçlü erkek kahraman klişeleri”nin varlığını feci şekilde hissettiriyor.

        Kuşkusuz filmlerin çoğu klişelerden oluşur ama senaryo yazma sanatının işlevi, onları görünmez ya da hissedilmez hale getirmektir. Oysa “Godzilla II”de, Russell ailesinin üç mensubunu olayların merkezine taşımak için gösterilen çabayı hissetmek mümkün...

        Kaldı ki, Mark Russell'ın geçmiş hikâyesi, yani hayattaki tek kızını bırakıp gitmesi çok inandırıcı değil. Emma Russell'ın filmin dramatik akışına şekil veren sürpriz kararları ve beklenmedik eylemleri de açıkçası pek akla yatkın gelmiyor. Emma'nın sırf hikâye o noktaya gelsin diye ‘önceliklerini şaşırmış bir bilim insanı’ gibi davrandığı aşikâr...

        Diyeceksiniz ki, birçok aksiyon filminde zaten böyle değil midir? Hareketin sürekliliği, dramın zayıflığını unutturmaz mı? Kuşkusuz, öyledir ama yine de karakterlerle derin duygusal bağlar kuramazsanız film, sizin için sadece bir aksiyon gösterisine dönüşür...

        İşte tam da bu noktada, aksiyon sahnelerinin kalitesi önem kazanır... Aksiyon iyiyse, dramın zayıflığına karşın film, suyun üzerinde batmadan yüzebilir. Tıpkı “Godzilla II”de olduğu gibi... Ama filmin önemli bir artısı daha var. O da Godzilla'nın kendisi...

        Filmdeki insanlarla anlamlı bir bağ kuramasanız da Godzilla, olgun bir karakter olarak öyküye gerçek bir kahramanlık duygusu getiriyor.

        Kesinlikle filmin en ilgi çekici karakteri... Şov yapmaya gerek görmeden üstüne düşeni yapmaya hazır bir kahraman... Daha ne olsun!

        İnsanlara karşı kayıtsızlığı da filme farklı bir hava veriyor. Doğru anda ortaya çıkıyor ve pes etmeden sonuna kadar savaşıyor. Tıpkı bizim gibi, filmdeki karakterler de hayranlıkla onu izliyor. Zaten filmdeki karakter çekimlerinin çoğu, karakterlerin şaşkınlık ve heyecan gibi benzeri duygularla olup bitenleri seyrettikleri anlardan oluşuyor. İnsanların çoğunlukla masa başında oturduğu ve canavarların kavgasını derbi maç havasında izlediği bir film bu…

        Ama Godzilla sadece tarafını tuttuğumuz bir canavar değil. Uygarlıkla birlikte kaybettiklerimizi de simgeliyor... Bizi uyarmaya ve korumaya geliyor.

        İlk filmden biliyoruz. Godzilla, nükleer teknolojinin gelişmesi sonucu, adeta kıyameti engellemek için ortaya çıkmış bir canavar... Bu filmde Mothra ile birlikte, Yeryüzü'nün ekolojik dengesini temsil ettiği söylenebilir. Godzilla, insanoğlunun icat ettiği bütün silahlardan daha güçlü. İnsanoğlunun ürettiği nükleer enerjiden besleniyor ama teknolojimiz, onun fiziksel gücü yanında bir hiç...

        En önemlisi, Yeryüzü'nün geleceği konusunda insanlar gibi kafası karışık değil. Filmde insanlar dünyayı kurtarmak için farklı tezlere sahipler. Godzilla'nın ise idealleri yok. O, sadece doğru olanı yapıyor; çünkü doğanın gücünü temsil ediyor.

        Özetle, Godzilla varlığıyla hikâyeyi ayakta tutuyor.

        İşin görsel ve teknik kısmına bakarsak, nadiren yavaşlayan temposuyla gürül gürül akıp giden bir film var karşımızda.... Özellikle canavarların yer aldığı tüm aksiyon sahneleri tasarımdan uygulamaya, özel efektlerden gerçek çekimlere kadar mükemmel...

        Üç başlı Ghidora dahil tüm canavarlar karanlık bir kıyamet resminin parçası gibiler... Film boyunca gezegenimiz, nerdeyse cehennemi yaşıyor. Başta Boston olmak üzere şehirlerin yerle bir edildiği “tahribat estetiği”, bu atmosferin bir parçası... Görüntü yönetmeni Lawrence Sher, prodüksiyon tasarımcısı Scott Chambliss ve tüm özel efekt departmanının bu cehennemi atmosfere odaklandığı kesin... Ama yönetmen Michael Dougherty filmi tümüyle hareket ve kurgu üzerine inşa ettiği için etrafı inceleme şansımız pek yok.

        Millie Bobby Brown'ın canlandırdığı Maddie, masum yüzüyle bu cehennemi atmosferle tam bir tezat teşkil ediyor. Bu arada, Maddie'nin Godzilla'ya hayranlıkla baktığı an, belki de filmin en duygusal anı...

        “Godzilla II”, ilki kadar iyi olmasa da meraklıların hoşuna gidebilecek bir film. Gösterişli, gürültülü, oyalayıcı bir canavar ve felaket filmi seyretmek isteyenler kaçırmasın. Sağlam bir dram, iyi bir öykü arayanlar ise uzak dursun.

        6/10

        Diğer Yazılar