Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        Netflix’teki ‘The English Game’ dizisinin ilk sahnesinde gördüğümüz oyunu, bugün futbol olarak adlandırmamız biraz zor. Günümüzde ilkokul çocuklarını dahi o şekilde futbol oynarken görmek pek mümkün değil. Belki bazen kurallardan sıkılıp eğlenmek istediklerinde öyle oynuyor olabilirler. Ama 1870’li yıllarda İngiltere’de futbol tam da öyle oynanıyordu.

        O yıllarda İngiliz takımları sahaya 1–2–7 dizilişiyle çıkar, öndeki 6 oyuncu birbirlerinden çok uzaklaşmadan rugby oyununu andıran bir blok şeklinde topu süren arkadaşlarının peşine takılırdı… Karşılarındaki takım da aynı şekilde karşı koymaya çalışırdı. Pas atmayı, paslı oynamayı futbolun doğasına aykırı bir şey olarak görürlerdi.

        Ta ki İskoçlar paslı oyunu keşfedip İngilizleri yenmeye başlayıncaya kadar.

        ‘The English Game’in ilk bölümünde Old Etonians ile Darwen arasında seyrettiğimiz FA Cup maçı, İskoçların taktik ve beceriye dayalı pas oyununun İngilizlerin fiziksel güce dayanan top sürme oyunlarını nasıl alt ettiğini gösterir. Kuzey İngiltere’nin işçi sınıfı takımı Darwen’e Glasgow’dan transfer olan iki İskoç oyuncu, Fergy Suter (Kevin Guthrie) ve Jimmy Love (James Harkness) getirdikleri yeni oyun anlayışlarıyla, aristokrat İngilizlerin kolej takımı Old Etonians’a tam bir futbol dersi verirler. İki forvet kanatlara açılırken, Suter hücum hattının biraz gerisinde orta sahanın merkezinde kalır ve yerden, havadan attığı uzun paslarla karşı takımı darmadağın eder…

        İki farklı futbol anlayışının karşı karşıya geldiği bu maç, Old Etonians’ın kaptanı ve yıldız oyuncusu Arthur Kinnaird (Edward Holcroft) ve İskoç oyuncu Fergus Suter’in yeşil sahalardaki ilk karşılaşmasıdır… Her ikisi de İngiliz futbol tarihine geçmiş gerçek şahsiyetler... Dizi, onların hikâyesini anlatıyor ama önce genel çerçeveden söz etmem gerektiğini düşünüyorum.

        ‘The English Game’in futbol taktikleri ve dizilişleri üzerine söyledikleri, aslında ilk bölümden ileri gitmiyor; çünkü dizi öncelikle futbol üzerinden yaşanan sınıfsal çatışma üzerinden gelişiyor.

        Old Etonians, modern futbolun kurallarını yazan, İngiltere Futbol Federasyonu’nu kuran ‘kolej takımları’nın önde gelenlerinden biri. Oyuncuların çoğu futbol federasyonu yönetim kurulunda. Sözgelimi, kalecileri federasyon başkanı… Kaptan Arthur Kinnaird, ülkenin önde gelen bankalarından birinin sahibi olan babası Lord Kinnaird’in (Anthony Andrews) yanında çalışıyor. Diğer oyuncular, İngiliz toplumunun elit kesiminden gelen isimler.

        Darwen ve Blackburn ise Kuzey İngiltere’nin sanayi bölgelerindeki fabrika takımları… Oyuncularının hepsi işçi; sahipleri aristokrasiden ya da yüksek eğitimli elit burjuvaziden gelmiyor. Blackburn’ün patronu Cartwright (Ben Batt) tipik bir taşra burjuvası… Küçük bir tekstil fabrikası olan Darwen’in sahibi James Walsh (Craig Parkinson) ise her koşulda işçilerden yana bir işveren… Her ikisinin hedefi, Federasyon Kupası’ndaki aristokrat kolej takımı egemenliğine son vermek, bir işçi takımının ilk kez kupayı kazanmasını sağlamak.

        Ne var ki, işleri hiç kolay değil; çünkü Old Etonians başta olmak üzere federasyon yönetimi, futbolun ‘ayaktakımı’ndan uzakta kolej takımlarının kontrolünde bir spor olmasını istiyor. İşte bu yüzden, Kuzey İngiltere’den gelen Darwen ve Blackburn gibi işçi sınıfı takımlarının yükselişini engellemek için ellerinden geleni yapıyorlar.

        Profesyonelliği yasaklamaları, ilk bakışta oyunun amatör ruhunu koruma amacını taşıyor gibi görünse de özünde kendi üstünlüklerini devam ettirmeyi hedefliyor. Dizi, özellikle son bölümlerdeki tartışmalar üzerinden bu konuyu çok iyi ele alıyor.

        Dizi, İngiliz futbol tarihinin ilk profesyonel oyuncusu olarak bilinen Fergus Suter’in Glasgow’dan Darwen’e transfer olmasıyla başlıyor. Ama bunun anlaşmalı bir transfer olduğu saklanıyor. Suter görünürde tekstil fabrikasında çalışmak için geliyor ama ‘gizli profesyonel’ olduğunu herkes anlıyor.

        Sınıf çatışması ve profesyonellik tartışmalarının yanı sıra ‘The English Game’in asıl hedefi, futbolun değişim sürecini gözler önüne sermek…

        Kimileri futbolun nereye gideceğini görüyor, kimileri ise göremiyor. Old Etonians ve diğer kolej takımlarının öngöremediği en önemli gelişme, futbolun tüm İngiltere’de giderek daha çok sevilmesi ve yaygınlaşması…

        İnsanlar futbol maçlarını seyretmenin ötesinde taraftar olarak takımlar arasındaki rekabetin bir parçası olmayı da seviyorlar… Kuzey ve güney takımlarının arasındaki rekabet sınıfsal-kültürel bir nitelik taşırken, fabrika takımları arasındaki rekabet de yerleşim birimleri üzerinden gelişiyor. Old Etonians ve onların temsil ettiği zihniyet, futbola ‘küçük olsun bizim olsun’ zihniyetiyle yaklaşırken İngiliz işçi sınıfı, futbolu ulusal spor olarak bağrına basıyor. Bu değişim süreci ticari anlamda yeni kapıların açılmasına da vesile oluyor…

        Simon Kuper’in ‘Futbol asla sadece futbol değildir’ sözünü bir kez daha doğrulayan ‘The English Game’in senaryosu, baştan sona bu değişim süreci üzerine kurulu… Dizinin ana yazarı Julian Fellowes ve ekibinin, süreci tarihsel, sınıfsal ve ekonomik temeller üzerinde kavrayıp, öyküyü bu doğrultuda oluşturdukları kesin. Mesela, tekelci kapitalizmi simgeleyen Pamuk Loncası’nın bankaların baskısını işçi ücretlerini kısarak aşmaya çalışması ve bunun yol açtığı sorunlar yerinde tespitlerle anlatılıyor. Ama toplumsal, ekonomik çerçevesini gayet iyi kurdukları bir dönemi tarihsel gerçeklerden uzaklaşarak anlatmalarının beni rahatsız ettiğini söyleyebilirim.

        Hikâye örgüsü ve finalde olup bitenler üzerine ipuçları vermek istemediğimden tarihsel tutarsızlıkları listelemeye niyetim yok ama merak edip araştırırsanız, belli başlı bazı olaylar dışında senaryonun çok büyük bölümünün kurmaca öğeler üzerinden ilerlediğini görmeniz mümkün. Sözgelimi, Lancashire’daki Blackburn kentinde o yıllarda Blackburn Rovers ve Blackburn Olympus, diye iki takım var ama dizide Blackburn diye tek bir takım çıkıyor karşımıza… FA Cup resmi tarihine açıp baktığınızda Blackburn diye bir takım görmemek bence hoş değil.

        Önemli olan konunun özü deyip tarihsel tutarsızlıkları affetmek mümkün. Ama gerçek tarihsel şahsiyetler, takımlar ve olaylar üzerinden gelişen bir dizide ansiklopedilere, kayıtlara geçmiş bazı gerçekleri değiştirmenin doğru olup olmadığından çok emin değilim. Özetle, heyecan ve duygu için diziyi seyredebilirsiniz ama tarihsel bilgi konusunda kesinlikle güvenmeyin ve kendiniz araştırın… Old Etonians’ın pas oyununa aslında daha önce geçmiş olması ve Suter’in ‘FA Cup serüveni’ dahil dizide hikâyenin akışı uğruna değiştirilen çok şey var.

        Beni rahatsız eden tutarsızlıklar, daha çok resmi futbol tarihi üzerinde yapılan tahrifatlar oldu. Dramatik çatışma ve hikâyenin bütünlüğü açısından karakterlerle ilgili yapılan değişikliklere ilkesel olarak karşı olmadığımı söylemek isterim. Sözgelimi, Kinnaird’in eşi Alma (Charlotte Hope) ile Suter’in kız arkadaşı Martha’nın (Niamh Walsh) tarihsel verilerden tümüyle bağımsız olarak yazılmasına itirazım yok. Her ikisi de erkek egemen İngiliz toplumunda kadınlar için biçilen sosyal rollerin dışına çıkan güçlü karakterler.

        Hatta Alma’nın anahtar karakter olduğu dahi söylenebilir. Dizinin gizli merkezinin Alma’nın vicdan ve merhameti olduğunu öne sürmek mümkün... ‘The English Game’ varlıklı kesimin sınıfsal imtiyazları kadar erkeklerin cinsiyet merkezli üstünlüklerini de deşifre eden bir dizi. Kinnaird’in yaşadığı değişimin başlangıç noktasında Darwen maçından sonra, Alma’nın yüzünde onay ve sevgi görememiş olmasının yarattığı tatminsizlik var aslında.

        Alma ve Martha, diziye derinlik getiren karakterler. Kinnaird’in yaşadığı değişim süreci, Suter’in profesyonelliğine sahip çıkması ve her iki karakteri buluşturan futbol aşkı, bence iyi ele alınmış meseleler. Her ikisinin babalarıyla olan sorunlarının ’uydurulmuş’ olmasına itirazım yok. 6 bölümlük bir dizide birçok dramatik çatışma olması gerekir. Ne var ki, dramatik çatışma konusunda durumun gereğinden biraz fazla abartıldığını düşünüyorum.

        Spor filmleri janrı, öteden beri melodramla akrabadır. ‘The English Game’ açıkçası ilk bölümden itibaren bu akrabalığı biraz ileri götürüyor. Aile içi sorunlar, takım içi çatışmalar, aşk üçgenleri, yetimler vb. derken kantarın topuzu kaçıyor ve köklü tarihe sahip ağırbaşlı İngiliz dram geleneğine pek yakışmayan aşırı bir hal alıyor.

        Kinnaird’in eşi Alma, babası ve takım arkadaşlarıyla yaşadığı sorunlar, dizinin ana temasıyla bağlantılı konular… Alma’nın hayırseverliğinin kamu spotu tadında biraz didaktik kaçması dışında, Kinnaird’in hikâyesi beni pek rahatsız etmedi ama Suter’ın acıları, sıkıntıları açıkçası zorlama geldi. Suter, futbol yeteneği, oyunu okuma becerisi ve Martha’ya duyduğu aşkla daha sade çizilmiş bir işçi sınıfı karakteri olsaydı keşke... Ama dizide bir yerden sonra acıların çocuğuna dönüyor.

        ‘The English Game’, keşke futbol oyununa daha çok odaklansaydı… Daha çok futbol, daha az melodram olsaydı.

        Birgitte Staermose ve Tim Fywell’in üçer bölüm yönettiği ‘The English Game’i sıkılmadan ve ilgimi kaybetmeden izlediğimi söylemem ne yazık ki mümkün değil. Yukarda sıraladığım sorunlar, beni rahatsız etti ve diziyle arama duygusal mesafe koydu. Yine de futbol tarihinden bir sayfa açması itibarıyla belirli bir ilgiyi hak ettiğini düşünüyorum. Sadece futbol meraklılarına değil, melodram sevenlere de öneririm…

        6/10

        Diğer Yazılar