Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin

        2019 yılı içinde Fox News CEO’su Roger Ailes üzerine bir dizi ve bir film geldi Hollywood’dan…

        Bizde ‘Skandal’ adıyla gösterilen ‘Bombshell’i geçtiğimiz aralık ayında seyrettik. Oscar’larda Charlize Theron ve Margot Robbie’ye adaylık getiren, Saç ve Makyaj dalında ödülü kazanan ‘Bombshell’, 2016’da patlak veren taciz skandalına odaklanıyordu. Roger Ailes’in yıllar içinde sürüp giden ‘sistematik’ cinsel tacizlerini üç kadının cephesinden anlatıyor ve cinsel tacizle erkek iktidarı arasındaki bağı deşifre ediyordu.

        Yedi bölümlük ‘The Loudest Voice’ ise dizi olmanın avantajlarını kullanarak çok daha geniş bir perspektifle çıkıyor karşımıza. Roger Ailes’in hikâyesini 1995 yılından itibaren, CNBC’den ayrılıp Fox News kanalını kurduğu günlerden başlayarak anlatıyor.

        Dizinin karakterlerinden biri olan gazeteci Gabriel Sherman’ın ‘The Loudest Voice in the Room’ adlı kitabından uyarlanan dizi, çağdaş bir trajedi gibi kuruluyor. Bir medya yöneticisi olarak güç kazandıkça kendisini, yakın çevresini ve ülkesini zehirleyen bir adamın hikâyesi bu… Ailes doyumsuzluğu, sınır tanımaz ihtirasları ve paranoyak tutumuyla belirli ölçülerde Shakespeare’in ‘Macbeth’ini düşündürüyor… Ama Macbeth başta olmak üzere klasik trajedi karakterlerinden en önemli farkı, yaşadıklarından hiçbir ders çıkarmaması, hayatının hiçbir noktasında bir ‘iç aydınlanma’ yaşamaması… Dizinin açılış sahnesinde, banyoda düşüp kafasını vurduktan sonra yerde yatarken iç sesinden duyduklarımız, ölüme yaklaşırken bile kavgacı tutumunun hiç bitmediğinin, gözü arkada gittiğinin bir işareti…

        ‘Kavga’, Ailes’in hayatını özetleyen kelimelerden biri… Liberallere karşı verdiği bir kavga bu… Liberallerden kastettiği ırk ayrımcılığı karşıtlığından özgürlük ve demokrasiyi savunan sol tandanslı fikirlere kadar uzanan geniş bir yelpaze…

        Dizi ilerledikçe, Ailes’in (Russell Crowe) kimlerle ve hangi fikirlerle kavga ettiği daha da netleşiyor… Fox News kanalını medyadaki liberal eğilimlere karşı muhafazakâr seçmenlerin sesi olarak kuruyor. Kanalın izlenme oranlarında birinci sıraya çıkması ve yüzlerce milyon reklam geliri getirmesiyle birlikte kendine güveni öyle bir artıyor ki gazetecilik etiğini rafa kaldırıyor…

        Kaldı ki, tarafsız habercilikle arası hiç iyi değil. Tam tersi bir habercilik anlayışından yana… 11 Eylül’ün hemen ardından ABD’nin Irak ve Afganistan’a saldırması konusunda kamuoyu oluşturmak için elinden geleni yapıyor mesela. Elinde tek bir kanıt dahi olmamasına rağmen Saddam’ın nükleer bombalara sahip olduğunu öne sürmekten çekinmiyor.

        Obama’nın ABD Başkanı seçilmemesi için kanalın bütün gücünü devreye sokuyor. Seçildikten sonra ise ülkede siyasi kutuplaşma yaratarak gerilimi sürekli yukarıda tutmaya çalışıyor.

        Tüm bu süreçte gazeteciliği manipülasyon ve propaganda için kullanmaktan çekinmiyor. Dizinin birkaç yerinde insanların eski usul gazeteciliğe değil, onlar için düşünecek kişilere ihtiyacı olduğundan dem vuruyor.

        Evinin olduğu Putnam bölgesindeki yerel gazeteyi satın aldıktan sonra gazeteciliği bu kez de imar, iskân gibi konularda kişisel çıkarları için kullanmaya başlıyor… Eşi Beth’le (Sienna Miler) birlikte gazetenin başına geçirdikleri idealist genç Joe Lindsley’ye (Emory Cohen) yaşattığı çelişkiler, Roger Ailes’in politik idealizme bağlı bir fikir adamı değil, öncelikle güç sahibi olmak isteyen biri olduğunun altını çiziyor.

        Obama’nın ikinci kez seçilmesinin ardından Cumhuriyetçi Parti’nin ‘gizli lideri’ olarak hareket etmeye karar veriyor ve parti içindeki adaylık yarışından başlayarak Donald Trump’ı destekliyor. Bütün bu süreç içinde Fox News sahibi Rupert Murdoch’un (Simon McBurney) tarafsız kalması konusundaki uyarılarını hiçbir şekilde dinlemiyor. Dizinin bir noktasından sonra Ailes’in kendini sadece Fox News CEO’su olarak değil, ABD’nin kaderini elinde tutan adam olarak gördüğünü anlıyoruz.

        Bütün bu süre içinde bir yönetici olarak Fox News kanalında kadınlara uyguladığı psikolojik ve fiziksel tacizler ise kişiliğinin en karanlık, marazi yanlarını yansıtıyor…

        Diziyi seyrederken, finalde neler olacağını çok iyi bilseniz dahi, bütün bunların son 25 yıl içinde yaşanmış olması, dünyanın gidişatıyla ilgili bir karamsarlığa yol açabilir. Kaldı ki, dizinin mutlu sonla ya da rahatlatıcı bir katharsis duygusuyla bittiğini söylemek çok zor. Tam aksine, Roger Ailes’in fikirlerinin ve bıraktığı ‘kültürel mirasın’ın ABD’de hâlâ yaşadığını ima ederek sona eriyor ‘The Loudest Voice’… Trump, Roger Ailes’in ABD için hayal ettiği geleceğin bir yansıması…

        ‘The Loudest Voice’ medya siyaset ilişkileri üzerine düşündürdükleri kadar estetik yanıyla da beğendiğim bir dizi oldu. ‘Spotlight’ın yönetmeni olarak tanıdığımız Tom McCarthy ve Alex Metcalf’ın imzasını taşıyan dizi, sağlam inşa edilmiş bir senaryo yapısına sahip… Fox News kanalının kurulmasını anlatan ‘1995’ başlıklı ilk bölümü dışarda tutarsak, dizinin diğer bölümleri ABD tarihinin kritik dönemlerinde geçiyor. Mesela, ikinci bölüm 11 Eylül’ü, üçüncü bölüm Obama’nın başkanlık yarışını konu alıyor. Son bölüm ise Trump’ın yükselişini… Ailes’in kişisel serüveniyle ABD yakın tarihi arasındaki paralel akış, dizinin güçlü yanlarından biri…

        Kari Skogland, Jeremy Podeswa, Stephen Frears ve Scott Z. Burns gibi 4 farklı yönetmenin varlığına rağmen dizide anlatım açısından bir üslup birliği göze çarpıyor. ‘The Loudest Voice’ özellikle yakın planlarıyla akılda kalıyor. Kari Skogland’ın yönettiği bölümlerde ana karakterlerin yakın planları biraz daha dikkat çekici... Burada, yakın planlara dayanan eski usul TV dizisi estetiğinden ziyade karakterlerin duygularını daha sade ve minimal bir oyunculukla öne çıkarma çabası ağır basıyor. Kameranın birçok sahnede sadece yüzlerdeki ifadelere odaklandığı yakın çekimlerin fazlalığı, diziye kendine özgü bir hava veriyor. Sözgelimi, Laurie Kuhn’u canlandıran Annabelle Wallis, karakterini diyaloglardan ziyade yakın planların gücüyle canlandırıyor.

        Ağır tempolu, sakin bir dizi değil ‘The Loudest Voice’. Ama tempoyu biçim oyunları ya da hızlı kurguyla değil, hikâyenin içindeki dramatik gerilimle yükseltiyor. Karakterlerin iç dünyasındaki duygusal aksiyonu yansıtan yakın çekimler de gerilimi artıran bir faktör… Bu arada, yönetmenler birçok sahnede paralel kurguyla tansiyonu yüksek tutmayı başarıyorlar.

        Yönetmenlik olarak en çok 11 Eylül’ü konu alan ikinci bölümü sevdim. Roger Ailes’in bir insan olarak yaşadığı şoku ve üzüntüyü hemen atlatıp politik hedeflerine odaklanan bir televizyoncuya dönüşmesi etkili anlatılıyordu. 7 bölüm boyunca iç dünyası bizim için çoğunlukla soru işareti olarak kalan Ailes’in sekreteri Judy Laterza’nın (Aleksa Palladino) o gün şok içinde belki hayatında ilk kez patronunu bırakıp, erkenden eve gitmesi de güzel ayrıntıydı.

        Televizyon dizisi formatının sevdiğim yanlarından biri gerçekten yaşanmış böylesi tarihi olayları süre kısıtlaması olmadan anlatabilme özgürlüğüdür… Süre avantajını çok iyi kullanan ‘The Loudest Voice’ gereksiz yan yollara girmeden ele aldığı meselelere odaklanmasını bilen, doyurucu, düşündürücü bir dizi...

        Dizinin başarısında senaryo ve yönetmenlik kadar oyuncuların da büyük payı var. Özellikle de Russell Crowe’un… Crowe karakteri çok doğru bir yerden yakalıyor. Ailes’i, kendisine meydan okunmadığı ve fikirlerine karşı çıkılmadığı sürece marazi yanları ortaya çıkmayan biri olarak yorumluyor. Karakterin duygusal gelgitlerini, şefkatini, öfkesini, zayıf ve güçlü yanlarını çok iyi yansıtıyor.…

        Beth Ailes’i canlandıran Sienna Miller’i ağır makyaj altında tanımak hiç kolay değil. Crowe ve Miller’in makyajı gerçekten iyi. Ama aynısını Rupert Murdoch’u canlandıran Simon McBurney için söylemem mümkün değil. Gretchen Carlson’u canlandıran Naomi Watts’ı görür görmez tanıyoruz ama adeta metamorfoz geçirmiş bir hali var. Watts, karakterin hırsıyla öfkesini çok iyi dengeleyen bir yorum getiriyor rolüne…

        Showtime’da geçtiğimiz yaz aylarında yayınlanan diziyi şimdi BeinConnect’te seyretmeniz mümkün. İçinde bulunduğumuz çağda medya siyaset ilişkilerinin geldiği noktayı görmek için seyredilmesi gereken bir dizi olduğunu düşünüyorum.

        8/10

        Diğer Yazılar