Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Dünya prömiyerini Altın Aslan aldığı Venedik Film Festivali’nde yapan ve 3 Oscar dahil birçok ödül kazanan ‘Nomadland’, 2020’nin en iyi filmlerinden biriydi. Ne yazık ki, Türkiye’de gösterime giremedi. Daha da üzücü olan, gösterime ne zaman gireceğinin hâlâ belli olmaması. İşte bu yüzden, İstanbul Film Festivali’nin ‘Nomadland’i Filmekimi’nden sonra bir kez daha programına alması ve sinema salonunda göstermesi doğru karardı. Ankaralı sinema severler de filmi Uçan Süpürge Film Festivali kapsamında seyretti.

        2011’de Nevada’da kapatılan 88 yıllık alçıpan fabrikasından söz eden yazılarla açılıyor ‘Nomadland’. Bir işsizlik öyküsü seyredeceğimizi düşünüyoruz. Gerçi dakikalar ilerledikçe işsizliğin, geçim sıkıntısının çok daha ötesine geçen bir filmin içinde olduğumuzu anlıyoruz; ama ABD’de yaşanan Finansal Kriz sonrasının sancıları üzerinden neo-liberalizme getirilen eleştirinin film boyunca devam ettiği söylenebilir.

        Sözgelimi, yıllarca ölesiye çalıştırıldıktan sonra açık arazide kaderlerine terk edilen koşum atları ile işsizler veya düşük emeklilik maaşlarına mahkûm edilen insanlar arasında kurulan koşutluk dikkat çekici... Amerikan liberalizminin acımasız ruhunu yansıtan bu tatsız benzerlikten söz eden kişi, filmde kendisini canlandıran Bob Wells.

        REKLAM

        Wells, düzenli işi olmayan dar gelirli insanlara göçebe hayatını öneren, göçebe olmak isteyenlere teorik ve pratik tavsiyeler veren biri… Filmin ana karakteri Fern’in (Frances McDormand) yolu da Wells’in çöl kampından geçiyor. Ama Fern’in daha oraya gelip eğitimlere katılmadan önce sistem dışı hayatın püf noktalarını çözmüş biri olduğunu hissediyoruz. Bir arkadaşına artık evi haline gelen mütevazi aracını anlatırken tüketim toplumuyla pek ilgisi kalmadığını, azla yetinen tutumlu biri olduğunu anlıyoruz zaten. Ev dekorasyonu ve aletleri satan büyük mağazada dolaşırken de bir turistten ya da uzak geçmişinin hatıralarını eşeleyen birinden farksız aslında…

        Sadece o değil, filmde tanıdığımız tüm göçebeler sadece yerleşik hayattan değil tüketim toplumundan da zorunlu olarak uzak duruyorlar. Bir anlamda, ‘mevsimlik işçiler’den çok farkları yok. Nerede ‘ekmek’ varsa oraya gidiyor, evleri haline gelen araçlarıyla ABD’yi dolaşıyorlar. Kamplarda karşılaşıp, geceleri ateş başında hikâyeler anlatıyorlar birbirlerine. Herkes kendi halinde kendi dünyasında yaşasa da aralarında belirli bir dayanışma ve dostluk ağı kurulduğu belli oluyor. Çünkü benzer işler peşinde koştukları için yıl boyunca düzenli olarak birbirlerini gören ve bağ kuran insanlar hepsi… Sözgelimi, David Strathairn’in oynadığı Dave ile Fern’in hayatı belirli noktalarda sürekli kesişiyor.

        ‘Nomadland’de Fern’in peşine takılıp göçebelerin dünyasını keşfeder ve zihnimizde beliren sorulara yanıtlar ararken yer yer bir belgeselin içinde olduğumuzu düşünüyoruz… Tam da burada, filmin Jessica Bruder’in ‘Nomadland: Surviving America in the Twenty-First Century’ adlı kurmaca olmayan kitabından uyarlandığını; filmdeki göçebelerin çoğunun kendini canlandırdığını unutmamak gerek. Dolayısıyla, ‘Nomadland’i, sözgelimi ‘The Florida Project’ (2017) filmi gibi Amerikan neo-realizminin bir parçası olarak görmek mümkün.

        Öte yandan, ev kavramını sorgulayan, hayatla kurduğumuz bağları anlamaya çalışan bambaşka bir yanı da var filmin. Çoğu film, karakter değişimleri, keşifler ve iç aydınlanmalar üzerine kuruludur. Fern’in de filmin sonunda artık aynı insan olmadığı kesin. Boşalttığı evinin eşyalarını koyduğu kiralık deponun önünde başlayan film, yine aynı yere geldiğinde Fern’in kendini daha iyi tanıdığını, seçimlerinin nedenlerini daha iyi anladığını, zihninin daha berrak olduğunu hissediyoruz. Dave’in önerisini reddettikten sonra rüzgârlı ve dalgalı okyanus kıyılarına ulaştığında, yaşadığı özgürlük hissini de unutmamak gerek.

        REKLAM

        Ama asıl önemli keşfi, Fern’den ziyade galiba biz yapıyoruz. Düzenli işi olmayan, evsiz, parasız, geleceksiz bir insan olarak tanıdığımız Fern’i ilk başta seçeneksiz biri olarak düşünürken finale doğru göçebeliğin, hatta yalnızlığın Fern için bilinçli tercihler olduğunu kavrıyoruz. Özetle, film Fern’in yaşadığı değişimden ziyade, bizim onu tanımamız ve zihnimizde beliren sorular üzerine kurulu…

        Fern’in hikâyesini seyrederken ‘Evi hatırlatan nesneler, hatıralar, fotoğraflar, evin yerine geçebilir mi?’ diye düşünmemek elde değil. Fern için ev, bazen babasından kalan eski bir tabak takımı olabiliyor mesela. Vanın bir köşesinde duran ışıklı Noel Baba biblosu ya da eski bir şarkıyı mırıldanmak geçmiş güzel günlerin hatırasını yaşatabiliyor. Sonlara doğru Fern’in evini hep içinde taşıdığını, iyi tanımadığı insanlarla bir çatı altında kalmaktansa gücü yetene kadar hatıralarıyla birlikte mobil bir hayat sürdürmenin onun için en doğrusu olduğunu anlıyoruz. O noktada ‘ev kavramı’nın özünde bizi biz yapan her şey olduğunu hissediyoruz. Çin’de doğan ve genç yaşta köklerinden koparak ABD’de kendine yeni bir hayat kuran yönetmen Chloé Zhao’nun Fern’in öyküsüyle kurduğu kişisel bağı buradan okumamız gerektiğini düşünüyorum.

        Film boyunca göçebeliğin alternatif bir yaşam biçimi olarak kutsandığı pek söylenemez. Evet, kredi ödemelerinden uzakta sistem dışı hayatın verdiği özgürlük fikri var ama göçebelik tüm zorluklarıyla gerçekçi bir tavırla yansıtılıyor. Yönetmen Chloé Zhao, Fern’i doğal ihtiyaçlarını karşılarken göstermekten hiç çekinmiyor mesela. Kamp görevlisi olarak çalışırken tuvaletleri temizlediği sahneyi de atlamayalım. Çünkü Chloé Zhao’nun gündelik hayatın sıradan bayağılıklarıyla Fern’in içindeki şiiri, ruhani derinliği özellikle yan yana getirmek istediği belli.

        Sözgelimi, mağazada karşılaştığı ve ‘Evsiz değil, sadece evi olmayan biriyim’ dediği genç kızla zamanında Shakespeare’in ‘Macbeth’ini çalıştıklarını öğreniyoruz. Öğrettikleri iz bırakmış olmalı ki, genç kız oyunun en çarpıcı dizelerinden birkaç tanesini okuyor ona… Fern, ailesinden çok uzak kalmamasını öğütlediği göçebe gence ise Shakespeare’in en güzel şiirlerinden 18. Sone’yi ezberden okuyor. Her iki Shakespeare alıntısı üzerinden düşündüğümüzde, Fern’in yaşadığı fiziksel gerçekliğin çok ötesine geçebilen zengin bir iç dünyaya sahip olduğunu, her koşulda ruhani güzelliği bulmasını sağlayan bir iç pusulayla yaşadığını seziyoruz.

        Dolayısıyla film, neo-liberalizm eleştirisi içermesine karşın bireyin dış dünyayla ilişkilerine sınıfsal ya da ekonomik değil, ruhani temeller üzerinden bakıyor. Hatta daha ileri gidip fizikselliğin ötesine geçen aşkın (transandantal) duyguların peşine düşüyor. Shakespeare alıntılarını bir yana bırakırsak, aşkınlık duygusunun diyaloglara yansıdığı birkaç sahne daha var filmde. Örneğin, Swankie’nin Fern’e tanık olduğu bir doğa olayını anlattığı sahne, yaşam – ölüm döngüsü üzerine düşündürüyor bizi. Belli ki Swankie orada hepimizi aşan büyük bir gerçekliğin parçası olduğunu hissederek rahatlıyor, hatta ölümü dahi huzur içinde kabullenebileceğini söylüyor. Sonraki bir sahnede Swankie’nin sözünü ettiği doğa olayının videosunu seyrederken Fern’in de aynı duygulara kapıldığını tahmin ediyoruz. Gece, teleskop başında uzaydan söz eden adamın, milyarlar yıl önceki yıldız patlamalarından gelen atomların ellerimizin arasında olabileceğini söylediği sahneyi de unutmayalım.

        Bu sahneler dışında, Chloé Zhao sözünü ettiğim o aşkınlık hissini daha çok filmin resimleri ve müziği üzerinden yakalamaya çalışıyor. Fern’i birçok sahnede hafif alttan, mekânı derinlemesine ve enlemesine resimleyen geniş açı lensler taktığı kamerasıyla takip ediyor. Terrence Malick filmlerini hatırladığımız bu sahnelerde görüntü yönetmeni Joshua James Richards’ın doğal ışığın peşine düştüğü çok belli… Yeri gelmişken Zhao’nun Malick’i hatırlatmak için elinden geleni yaptığını not edelim. Filmin geçtiği Badlands bölgesinin Malick’in ilk filmi ‘Badlands’i (1973) akla getirdiğini, ‘Nomadland’in adını dahi bu filmden aldığını düşünmek mümkün.

        Ne var ki, Malick’in New Age dinleri akla getiren, yer yer vaaz tadı taşıyan ‘Hayat Ağacı’ (The Tree of Life - 2011) gibi bazı filmlerinin aksine Zhao, daha bilinmez ve hemen adı konamayacak bir aşkınlığı arıyor. ‘Nomadland’ deyince yıllar sonra aklıma Fern’in günbatımlarında, göçebe kampında karşıdan gelen gün ışığında yürüdüğü sahnelerin geleceğini düşünüyorum. Belli ki, Zhao ve görüntü yönetmeni Joshua James Richards’ın amacı, Fern’i birçok sahnede ufuk çizgisindeki farklı renklerin önünde gökyüzüyle birlikte resmetmek. Burada sadece doğanın içindeki özgürlüğü değil, Fern’in Yeryüzü’nün bir parçası olduğunu da hissediyoruz. O noktada, göçebeliğin Fern için ruhani bir arayışın parçası olduğu netleşiyor.

        Bir sistem eleştirisi gibi başlayan ve bizi, Fern’in ‘Hayatımın çoğunu hatırlayarak geçirdim’ dediği son bölümün hüznüne doğru götüren ‘Nomadland’in en sevdiğim yanı, gündelik hayatın sıradanlığıyla büyüleyici güzelliğini yan yana getirmesi oldu. Aracının içinde flüt çalarken Fern’in bağırsaklarından gelen sesi duyduğumuz, dağ gibi şeker pancarı yığınlarıyla sisli sabahların şiirini buluşturan, hayatın anlamının ne olduğunu cesaretle anlamaya çalışan bir film seyrediyoruz.

        Fern’in çok sevdiği eşiyle yıllarını geçirdiği, kapanan fabrika nedeniyle haritadan silinen Empire kasabasında yaşadığı lojman evini film boyunca merak ediyoruz. Çünkü oranın Fern’in yuva olarak benimsediği son ev olduğunu biliyoruz. Zhao, finale doğru bize o mütevazı küçük lojmanı gösterdiğinde, mekânları, nesneleri anlamlı ve güzel kılanın bizim onlarla kurduğumuz bağlar ve hatıralar olduğunu bir kez daha anlıyoruz. Evin arka kapısından dağlara kadar uzanan o boş arazi, kış soğuğunda gri gökyüzü altında ilk bakışta pek güzel görünmüyor. Hatta ürpertici geliyor ama daha önceki bir konuşmadan Fern’in o boşluğu sevdiğini biliyoruz. Göçebelik hayatı boyunca da sanki hep o boşluğun peşinde olduğunu, yani Empire kasabası ve eşiyle birlikte kaybettiği ‘ev’ini aradığını düşünüyoruz. O zaman neden kendini ‘evsiz’ olarak kabul etmediğini daha iyi kavrıyoruz. Onun evi artık dağlara, ufka uzanan bütün o boş alanlar, yani Yeryüzü’nün ta kendisi… Finalde Fern’in hareket halindeki aracını seyrederken bazı kayıpların asla telafi edilemeyeceğini ama sürekli yolda olma duygusunun, ‘yollara düşme’nin insana iyi gelebileceğini hissediyoruz.

        Frances McDormand’ın mükemmel yorumuyla adeta ruhunu kattığı, ayrı bir derinlik getirdiği ‘Nomadland’, son yıllarda gördüğüm en güzel filmlerden biri.

        9/10

        Diğer Yazılar