Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Son dönemin en çok seyredilen ve konuşulan dizisi ‘Squid Game’, geniş kitleleri yakalayan bir anlatı olarak hiç kuşkusuz ilgiyi hak ediyor.

        Bütün popüler diziler ve filmler gibi yorumlara açık olduğu kesin. Kaldı ki, böylesine anlatılar, süreç içinde farklı disiplinlerden gelen farklı okumalarla yolculuklarını sürdürürler.

        Kendi adıma ‘Squid Game’ üzerine yazmaya, sinema ve dizi tarihindeki yerini anlamaya çalışarak başlamaktan yanayım. Belki böylelikle benzerlerinden ayrıştığı ve kendi özgünlüğünü ortaya koyduğu noktaları daha iyi görebiliriz.

        İnsanların hayatlarını ortaya koyduğu ölümcül oyunların kökeni, eski çağlara kadar gider. Dolayısıyla, sinemadaki tarihi de eskidir. ‘Squid Game’in özellikle son bölümlerinde, oyunları düzenleyen ve seyreden zengin VIP’lerin ortaya çıkmasıyla Roma İmparatorluğu’ndaki gladyatör dövüşlerini hatırlamak mümkün. Öte yandan, 1970’lerde popüler olan ‘Death Race 2000’ (1975) ve ‘Cannonball’ (1976) gibi aksiyon ağırlıklı distopik bilimkurguları unutmamak gerek. İnsanların eğlence niyetine seyredip, bahse girdiği ölümcül yarışları konu alan filmlerdir bunlar… İkibinli yıllarda, Japon filmi ‘Battle Royale’ (2000) ile Hollywood’un büyük bütçeli popüler serisi ‘Açlık Oyunları’ (Hunger Games), aynı distopik gelenek içinde gençlerin ölümcül oyunlarına odaklanırlar.

        Gelecekte değil, bugünün Güney Kore’sinde geçen ‘Squid Game’, distopya fikrini bir yana bırakarak en baştan farklı yola giriyor; dolaysız olarak çağımızı işaret ediyor. Öte yandan, ikibinli yıllarda korku gerilim başta olmak üzere hayatta kalma oyunlarını konu alan film ve dizilerdeki genç karakter egemenliğine son vermekten hiç kaçınmıyor. ‘Squid Game’de çocuklar dışında her yaş grubundan insan var. Ortak yanları ise hepsinin geçim ve ödeme güçlüğü çeken alt sınıflardan gelmeleri…

        Bir başka önemli farklılığı ana karakterlerde görüyoruz. İçlerinde hemen güvenimizi ve gönlümüzü kazanan birinin olduğunu söylemek zor. Seong Gi-hun (Lee Jung-jae) annesinin 3 kuruşuna dahi göz diken, mafyayla başı belada iflah olmaz bir kumar bağımlısı... İyi eğitim görmüş mahalle arkadaşı Cho Sang-woo (Park Hae-soo), polis tarafından aranan beyaz yakalı bir dolandırıcı… Kuzey Kore’den gelen sessiz ve ketum genç kızın (Jung Ho-yeon), yankesicilik ve küçük suçlarla geçindiğini biliyoruz. Kuşkusuz, kardeşini arayan polis (Wi Ha-joon), Pakistanlı göçmen Ali (Anupam Tripathi) ve halat oyununa kadar hiç dikkatimizi çekmeyen genç kız (Lee Yoo-mi) gibi daha olumlu karakterler var ama onların biraz daha geri planda kaldığı kesin. Oyunlar sırasında tanıdığımız gangster (Heo Sung-tae) ve ne zaman doğru, ne zaman yalan söylediğini pek kestiremediğimiz, sürekli güçlünün yanını tutan Han Mi-nyeo (Kim Joo-ryoung) gibi olumsuz özellikleriyle öne çıkanları da unutmayalım.

        Her daim doğruyu yapan, karşısına çıkan sorunları serinkanlılıkla çözen, örnek ve iyi kahramanlar pek yok bu dizide. Tam tersine, sürekli bocalayan, doğruyu yapmakta zorlanan, kafası karışık, ne istediğini bile tam olarak bilemeyen sıradan, zayıf ve çaresiz insanlar var. Belki özdeşleşiyoruz ama hiçbirini idealize etmiyoruz.

        Anaakım anlatılarda sıkça karşılaştığımız bir durum değil bu; çünkü başta Hollywood olmak üzere böyle sahici ve gerçekçi karakterlerle geniş kitleye ulaşmanın zor olduğunu herkes bilir. ‘Squid Game’ ise inadına gerçekçi ve sahici karakterlere sahip. Anaakım popüler anlatılara en çok benzeyen yanı, gerçekçi ve inandırıcı bir öyküye sahip olmaması. Düzenli şekilde uygulanması ve dış dünyadan özenle saklanması bu kadar zor; her yıl yüzlerce insanın ölümüne neden olan böylesi komplike bir ‘oyun tezgahı’nın yıllarca sürdürülebileceğine inanmak zor. Ama ‘Squid Game’i geniş kitleye inandırıcı karakterler ile inandırıcı olmayan hikâye arasındaki bu keskin kontrastın ulaştırdığını düşünüyorum. Yeri gelmişken, yönetmen Hwang Dong-hyuk’un diziyi kabul ettirmek için yıllarca uğraştığını ve Netflix’e gelene kadar birkaç kez reddedildiğini belirtelim. Genç polis karakterinin ilk taslakta senaryoda olmaması ve sonradan eklenmesi, şaşırtıcı değil. ‘Sonuna kadar güvendiğimiz iyi polis’in senaryoya, yapımcıların isteğiyle konduğunu tahmin edebiliriz. Bana sorarsanız, polisin varlığı uzun süre hikâyeyi daha az inandırıcı kılıyor; zorlama bir gerilim ekliyor diziye. Ama ilerleyen bölümlerde bizi ilk büyük sürprize götürdüğü için dramatik işlevini yerine getiriyor.

        REKLAM

        Baştan söylemekte yarar var: İlk sahnelerden itibaren ilgiyle seyretmeme rağmen ‘Squid Game’, altıncı epizoda kadar gereksiz sahnelerle şişirilmiş ve biraz fazla uzatılmış bir dizi benim için. Genel görüşüm olumlu olmasına rağmen 9 bölümün çok rahat 7’ye düşürülebileceğini; ilk 5 epizotta ‘bol köpürtmeli açık kanal dizi formülü’ne sapıldığını düşünüyorum. Ama altıncı epizotla birlikte bu sorunun ortadan kalktığına inanıyorum.

        ‘Squid Game’in en sevdiğim yanlarından biri sadece iyi – kötü çatışması üzerine kurulu bir anlatı olmaması. Maskeli Yönetici’nin neden olduğu ölümüne girişilen kavgalar ve ‘Halat Çekme Oyunu’ başta olmak üzere yer yer iyi – kötü mücadelesini seyrediyoruz elbette. Ama dizi, genel olarak daha karışık çatışmalar ve ahlaki ikilemler üzerinden ilerliyor. Özellikle ‘Misket Oyunu’nu anlatan bölümde tanık olduğumuz ‘iyi ile iyinin çatışması’, ‘Squid Game’i benzerlerine oranla çok daha derinlikli ve nitelikli bir dizi haline getiriyor.

        Yeri gelmişken, ilk bölümlerde iyi ve olumlu yanlarına tanık olduğumuz Cho Sang-woo ve süreç içinde yavaş yavaş kanımızın ısındığı Gi-hun’un baştan sona ustalıkla yazılmış karakterler olduğunu düşünüyorum. İkisinin özellikle ‘Misket Oyunu’nda karşılaştıkları kriz sırasındaki halleri çok çarpıcı… Aynı oyunda, ‘doğru’ kararı veren oyuncunun diğerkamlığı bizi çok hüzünlendiriyor belki ama aynı zamanda bütün diziyi aydınlatan bir ışık gibi içimizi ısıtıyor.

        Belki dizideki gibi ölümcül, trajik sonuçları olmasa da benzer ikilemler hayatta çoğumuzun karşısına çıkmıyor mu? İdeal olan, sonuçlarının bize zarar vereceğini bildiğimiz anlarda dahi sonuna kadar vicdanımızın sesini dinlemek değil mi? Sonuçta, doğru olanı hepimiz biliyoruz.

        Ne var ki, ‘Squid Game’de gizemli Ev Sahibi’nin kurduğu oyun ortamı, katılımcıları sadece hayatta kalmaya, kazanmaya ve kendini düşünmeye yönlendirmek üzere tasarlandığı için modern toplumu ayakta tuttuğu varsayılan ortak değerler tümüyle devre dışı bırakılıyor. Her oyunun ve ölerek elenen yarışmacıların ardından, tam tepelerine asılmış şeffaf topta çoğalarak biriken para, onlara orada neden bulunduklarını hatırlatıyor sürekli. Böylelikle ahlak, vicdan ve merhametin, paraya ulaşmalarını engelleyen değerler olduğu fikri dayatılıyor. Oyunlar boyunca sisteme isyan etmelerini, fesih haklarını kullanmalarını ve her şeyi durdurmalarını istiyoruz. Çünkü çoğunluğun onaylaması durumunda oyundan çıkma hakları var ama tepelerinde duran o parayı kaybetmek istemiyorlar. Kaldı ki, ilk oyundan sonra fesih haklarını kullanarak oyundan çıkanların çoğunun ikinci teklife karşı koyamayıp oraya döndüklerini akıldan çıkarmamak gerek.

        Dizinin yazar ve yönetmeni Hwang Dong-hyuk, dizinin ilk bölümlerinden itibaren ‘içerisi ve dışarısı’ üzerine düşünmemizi istiyor. Sözgelimi, yasa dışı ölüm cezası, ‘dışarıda kaybettikleri oyunlar’da da karşılaşabilecekleri bir durum. Özellikle mafyaya borçlananların oraya ölümden kaçmak için geldikleri kesin. Öte yandan, içlerinde polis tarafından aranan ve artık ailelerinin karşısına çıkamayacak hale gelenler de var. Ama orada suçları affediliyor ve hepsine son bir şans veriliyor. Nerdeyse Araf gibi bir yer. Ya ölülerin dünyasına gideceksin ya da canlıların dünyasına zengin olarak döneceksin.

        ‘Squid Game’in keskin bir rekabetçi düzen eleştirisi getirdiği kesin. Her şey bir yana, tepede asılı duran nakit para başta olmak üzere içeride, dış dünyadan esinlenerek kurulan rekabetçi bir oyun ve kazanma sistemi olduğu çok açık. Üstelik, dizinin bir yerinde maskeli Yönetici’nin söylediği gibi dışardaki oyunlara oranla içerdeki oyunların daha eşitlikçi fırsatlar sunduğu söylenebilir.

        Hazır sözü açılmışken, ‘Squid Game’i ölümcül oyunları konu alan benzerlerinden ayıran en önemli özelliğine de değinmek gerekiyor. ‘Squid Game’ bizi çocukların sokak ve okul başta olmak üzere, bir araya geldikleri her yerde oynadıkları o eski oyunlara götürüyor. Burada oyunları kuran gizemli Ev Sahibi üzerinden baktığımızda öncelikle nostaljiden ve çocukluğa dönüş arzusundan söz etmek mümkün belki. Yarışmacıların kuşkusuz böyle bir şansı yok ama Ev Sahibi’nin hepsine son bir kez çocukluklarını hatırlatmak istediği kesin. Final bölümünde altı çizildiği gibi artık hiç birisinin annenin çağrısı ve oyun oynamanın tatminiyle eve dönme şansı kalmamış durumda. Oyunlar sırasında çocukken kaybetmek ve kazanmanın çok önemli olmadığını acı içinde hatırladıkları kesin. Çünkü çocukken önemli olan sadece oynamaktır. Çocuklar oynayarak gelişir, öğrenir ve kendilerini hayata hazırlar. Çocuk oyunları, insanı hızlı düşünmeye, sorun çözmeye, krizlerle baş etmeye hazırlar. Çocuklara takım olmayı, takım için oynamayı öğretir. Sonuçta hayat oyununu kötü oynadıkları için oradalar ve ellerinde son bir şans var…

        Bu arada, dizideki 6 oyunun genellikle kişiye özel yetenekler gerektirmediğinin altını çizelim. Refleksler, güç, zekâ, el becerisi ve strateji dışında Halat Çekme Oyunu’nda takım olmanın önemini de görüyoruz. Bu arada, oyun kurucu Ev Sahibi’nin şans faktörüne hiç karşı olmadığını, tam aksine şansa inandığının altını çizmek gerek. Çünkü daha en başından her oyunun şanslı ve şanssızları var. Sözgelimi, ‘Şeker’de şekil, ‘Cam Köprü’de sayı seçenler, neyle karşılaşacaklarını kesinlikle bilmiyorlar. Dördüncü oyundan önce eş seçerken de kendilerini neyin bekledikleri hakkında hiçbir fikirleri yok. Oyunları düzenleyen kişinin, gerçek hayatta şansa çok inandığının bir yansıması tüm bunlar hiç kuşkusuz… Kaldı ki, ‘Cam Köprü’ nerdeyse baştan sona bir şans oyunu. Bu oyunda, içlerinden birinin bilgi ve deneyimini devreye sokarak kendine avantaj sağlaması üzerine Yönetici’nin nasıl devreye girdiğini unutmamak gerekiyor.

        İnsanlarda takım, yardımlaşma ve dayanışma duygusu uyandıran vahşi gece dövüşü ve halat oyunundan sonra onları misket oyunundaki deneyimle yüzleştirmenin anlamı belli ki çok açık: Ev sahibi ve oyunu seyreden zengin VIP’ler, inandıkları rekabetçi, eşitliksiz, ‘altta kalanın canı çıksın’ mantığına göre şekillenen dünyayı, yarışmacılara yegâne gerçeklik olarak dayatmak istiyor; ‘Bu oyunu ancak vicdanınıza karşı gelerek kazanabilirsiniz’ diyorlar.

        ‘Squid Game’e, yazar ve yönetmen Hwang Dong-hyuk’un işaret ettiği yerden Jacques Lacan’ın ‘Arzu Teorisi’ üzerinden bakmakta da yarar var. Genç polis kayıp kardeşinin evinde ipucu ararken masada iki kitap görür: İlki Lacan’ın Arzu Teorisi’dir.

        Teoriye ‘birey olarak ihtiyaçlarımızı karşılayabileceğimiz ama bilinçdışından gelen arzularımızı doyuma ulaştırmakta zorlandığımız’ fikri üzerinden bakabiliriz. Lacan’a göre asıl sorun, arzularımızı ihtiyaçlarımızla karıştırmaktan gelir. İhtiyaç diye baktığımız arzuların peşinde koşar ama asla doyuma ulaşamayız. O noktada bir insanın ömrü gerçekte tam olarak ne istediğini bilmeden bir şeylerin peşinde koşarak geçip gidebilir. Dizinin baş karakteri Gi-hun açısından baktığımızda, onun hayatı boyunca aslında tam olarak ne istediğini hiç bilmediğini görüyoruz. Açılış sahnelerinden itibaren Gi-hun’un iflah olmaz bir bahis bağımlısı olduğunu biliyoruz. Gi-hun hayatı boyunca para kazanmak için bahis oynadığını düşünmüş biri. Çünkü asıl ihtiyacının para olduğunu düşünüyor. Ama mafyaya olan borcuna baktığımızda, eline geçen her kuruşu bahislere yatırmasının onun için para kazanmaktan daha önemli olduğunu fark ediyoruz. Final sahnesinde bile hâlâ ne istediğinin farkında olmadığı o kadar açık ki… Diğer oyuncular için de durum çok farklı değil. Özellikle oylamada oyunun durdurulması için tercih yaptıktan sonra ilk çağrıda yeniden oyuna dönenler için…

        Öte yandan, oyunu düzenleyen Ev Sahibi ve onun VIP konukları için de aynı belirsizlik geçerli. Onlar da gerçekte ne istediklerini tam olarak bilmiyorlar. Belki de Ev Sahibi’nin farkında olmadığı gizli arzusu, oyunların yürümemesi, ilk bölümde olduğu gibi oyuncuların dayanışma ruhuyla hareket ederek kurduğu sistemi çökertmesi ve kendisini haksız çıkarması... Sürpriz final bunların hepsini akla getiriyor.

        Sonuçta her şey, artık mutluluğu nerede arayacağını bilemeyen birtakım zengin insanların fantazileriyle ilgili değil mi? O fantazilerin kökeninde inandıkları bireyci sistemi kanıtlamak ve kendi vicdanlarını rahatlatmak ihtiyacı olduğunu düşünebiliriz. Ama temelde çok daha sapkın, doyurulması imkânsız karanlık ve korkunç arzuların yansıması değil mi bu oyun?

        Polisin kayıp kardeşinin evinde masanın üstünde gördüğü Rene Magritte kitabını da unutmayalım. Kitabın kapağında Magritte’in ‘The Empire of Light’ serisinden bir resmin olması, Hwang Dong-hyuk’un bütün diziyi paradokslar ve karşıtlıklar üzerinden okumamızı istediğini de gösteriyor. O noktada dizinin çözüm anahtarının yaşlı 001 numara (O Yeong-su) ve son numara olan 456 arasındaki ilişkide olduğunu düşünmemiz olası. Magritte, ‘The Empire of Light’ serisinde nasıl gece ve gündüzü aynı çerçevenin içinde birleştirdiyse Hwang Dong-hyuk da 001 ile 456’nın temsil ettiği her şeyi, dizi boyunca iç içe gösteriyor. O yüzden oyunlar bittikten sonra olup bitenler, finaldeki sürpriz ve ‘iki oyuncunun’ oynadığı son oyun, her şeye rağmen inanabileceğimiz bir şeyler olduğunu söylüyor bize.

        Dolayısıyla, Hwang Dong-hyuk’un sınıf çatışmasından ziyade uzlaşmayı önerdiğini düşünüyorum. Bizi Marx yerine Freud - Lacan psikanalizine, marksist felsefedeki diyalektik karşıtlık yerine Magritte’in yanılsamayı sorgulayan paradoksal resimlerine götürmesi o noktada daha anlaşılır oluyor.

        Dizinin görsel analizine girdiğimizde, işçi karıncaları andıran kırmızı tulumlu çalışanlar ve tek tip kıyafet giyen oyuncuların Mao’nun Çin’ini akla getirdiği söylenebilir. Para topunun güneş gibi, ilahi bir figür olarak kurtuluşu simgelemesi yabana atılmamalı. Çünkü kazananlar, ‘herkesin tek tip giyindiği o eşitlikçi ama adaletsiz dünya’dan kurtulmayı hayal ediyorlar. Oyun salonlarıyla yatakhane arasındaki alanların Escher resimlerindeki görsel labirentler gibi düzenlenmesi sadece Ev Sahibi’nin sanat zevkini yansıtmıyor. Oyuncular için, tıpkı ilk oyundaki devasa bebek gibi belirsizliği ve kaygıyı artıran; gerçek dünyayı unutturan, Araf hissini veren imgeler bunlar. Son olarak, seyirci VIP’lerin maskelerinin sürrealist temalı burjuva partilerinden esinlendiğini belirtelim.

        ‘Squid Game’ birçok sahnesinde rahatsız edici, kanlı, karanlık ve karamsar bir dizi… Ama özünde naif bir mesajı var. Dünyayı ancak dayanışma ve yardımlaşma duygusunun kurtarabileceğine inanıyor; parayla saadet olmaz demeye getiriyor. Başarısının sırrı galiba içerdiği tüm bu karşıtlık ve paradokslardan geliyor.

        7/10

        Diğer Yazılar