Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        ‘The House’ son zamanlarda seyrettiğim en tuhaf, karanlık ve orijinal animasyon…

        Londra merkezli Nexus Studios tarafından stop-motion tekniğiyle hazırlanan Netflix yapımı ‘The House’, internetteki bazı kaynaklara göre üç bölümlük dizi; bazı kaynaklara göre ise üç ayrı öyküden oluşan uzun metrajlı film… Netflix’te 98 dakikalık kesintisiz tek parça olarak yayınlanması, kuşkusuz film seçeneğini daha güçlü hale getiriyor. Kaldı ki, bittiğinde dizi değil, film tadı bırakıyor.

        Kısa film olarak tasarlanan öykülerin yönetmenleri farklı ama üçünün senaryosu da İrlandalı oyun yazarı Enda Walsh’un imzasını taşıyor. Bütünlük öykülerin üslup birliğinden ziyade Walsh’un senaryosundan geliyor.

        Walsh’u, Steve McQueen’in yönettiği, zamanında çok ses getirmiş ‘Açlık’ (Hunger - 2008) filminin yazarlarından biri olarak hatırlamanız mümkün. ‘Disco Pigs’ (2001), ‘Chatroom’ (2008) adlı oyunlarını sinemaya uyarlamasının yanı sıra ‘Weightless’ (2017) ve yönetmen olarak imza attığı TV filmi ‘The Last Hotel’in senaryolarını yazmış tecrübeli bir isim Enda Walsh.

        Seslendirme kadrosunda da Helena Bonham Carter, Matthew Goode, Susan Wokoma, Jarvis Cocker, Will Sharpe, Paul Kaye, Mia Goth ve Miranda Richardson gibi ünlü isimler var.

        Uzun metrajlarla adını duymamış olsak dahi İngiliz Nexus Studios’un ödüllü reklam filmleriyle tanınan bir şirket olduğunu belirtelim. 2000 yılında kurulan ve stop-motion çalışmalarıyla öne çıkan Nexus, 2008’de ‘This Way Up’ ile en iyi kısa animasyon dalında Oscar’a aday olmayı ve Sundance Film Festivali’nde yarışmayı başarmıştı.

        ‘The House’ sona erdiğinde de ‘Neden ödül sezonuna yetiştirilmedi?’ diye düşünmedim değil. Yine de herkesin seveceği bir film olmadığını en baştan belirtmem gerek. Özellikle hikâyeler, alışılmışın dışında tuhaf ve sıra dışı nitelikler taşıyor; finalleri itibarıyla bildiğimiz tarzda neden – sonuç ilişkilerini yansıtmıyorlar. İsteyenler gerçeküstü diyebilir. Kafkaesk yanlar taşıdığı da söylenebilir. Ama en iyisi, galiba etiketleri boş vermek ve hikâyelerin anlamlarına odaklanmak. Özellikle de ortak noktaları ve farklı yanlarına…

        Filme adını veren ev, en önemli ortak nokta. Ama ‘The House’un perili ev öyküsü anlatmadığını en baştan söyleyelim. ‘Ev’in bir ruhu ve karakteri olduğu elbette düşünülebilir; öyle yorumlar yapılabilir. Ama açıkçası ‘ev’ den ziyade karakterlerin öyküsünü seyrediyoruz. Bu arada, ilk öyküde insanlar; ikincisinde fareler, üçüncüsünde kediler var. Fareler ve kedilerin insanlar gibi yaşayan, iki ayak üstünde yürüyen ve konuşan antropomorfik canlılar olduğunu belirtelim. Dolayısıyla, filmin aynı evde ama adeta paralel dünyalarda geçtiğini söyleyebiliriz. İlk öykünün evin ilk kez inşa edildiği geçmişte, ikincinin günümüzde, sonuncunun ise gelecekte geçtiğini not ederek ortak noktalara geçebiliriz.

        Pulp müzik grubundan tanıdığımız, ikinci öykünün ana karakteri ‘al - satçı’ fareyi seslendiren Jarvis Cocker’ın finalde jenerik yazıları akarken söylediği şarkının sözleri üzerinden giderek ‘The House’u ev ve yuva arasındaki anlam farklılıkları üzerinden okumak mümkün. İlk öykü, varlıklı ve güçlü mimarın cömert teklifiyle ‘yuva’larını bırakıp başka eve taşınan bir aileyle başlıyor. İkinci öyküde, evi yeniledikten sonra pahalı fiyata satmaya çalışan farenin en baştan itibaren bir ‘yuva sorunu’ olduğu kesin. Üçüncü öyküde ise yaşadığı yeri pansiyona çeviren bir kedi var ve evini yuvadan ziyade geçim kaynağı olarak görüyor. Karakterlerin biri yuvasını kaybederken, diğer ikisi hayalini dahi kurmadıkları alternatif yuvalara kavuşuyorlar.

        REKLAM

        Öte yandan, üç öykü de ‘kontrolü kaybetmek’ üzerine. Üçünde de ana karakterler, yaşamlarının kontrolünü kaybederek başkalarının gizli planlarının parçası haline geliyorlar. İlk ikisinde ev tuzağa dönüşürken, üçüncüsünde ayrı bir hikâye var.

        Emma de Swaef ve Marc James Roels’in birlikte yönettiği ‘Duyulur içten içe, bir yalan örülür’ adlı ilk öyküde 9 yaşındaki kız çocuğu Mabel’in (Mia Goth) anne babası, açgözlülük, tembellik, öngörüsüzlük ve teslimiyet nedeniyle düşüyorlar tuzağa. Kız kardeşini korumayı her şeyin önünde tutan, aklı başında ve sorumlu Mabel’ın, ‘Ruhların Kaçışı’nda (Sprited Away - 2001) ebeveynlerini domuz olmaktan kurtarmaya çalışan Chihiro’yu akla getirdiği söylenebilir.

        Niki Lindroth von Bahr’ın yönettiği ‘Sonra kazanılmayan güven kaybedilir’ adlı ikinci öyküde fare, biraz da kendi girişimci ruhunun veya ev üzerinden para kazanma ihtirasının kurbanı oluyor. Farenin hür teşebbüs ruhundan uzaklaşıp kendi doğasına ve içgüdülerine döndüğü hayli karanlık bir finali var ikinci bölümün.

        ‘Tekrar dinle ve güneşi ara’ adını taşıyan, Paloma Baeza’nın yönettiği üçüncü öyküdeki kedi Rosa (Susan Wokoma) da girişimci biri aslında ama yaşadığı dünyada girişimciliğin hiç kimseye faydası yok gibi görünüyor. Yine de olumlu anlamda bir karakter değişimi bekliyor bizi. Öykülerin finallerine baktığımızda esaret ve özgürlük temasını görmek mümkün.

        Başkalarına güvenmek veya güvenmemek, üç öyküyü birbirine bağlayan diğer motifler. Mabel, al – satçı fare ve pansiyoncu kedi Rosa karakterleri üzerinden baktığımızda, yalnızlık ve hayata tutunma çabaları kayda değer… Kimisi ailesini kaybederken kimisi parçası olmayı hiç beklemediği bir ailenin içinde buluyor kendini. Ayrıca, üç öyküde de evin yapım öyküsü hiç bitmiyor. Sürekli inşaat ve değişim halinde bir evde geçiyor öyküler.

        REKLAM

        Üç öyküde de ev, iç ve dış görünüşüyle, içindeki eşyalarla gerçekçi tarzda betimleniyor. Karakterler ise tam tersine, eve kontrast oluşturacak şekilde çocuklara seslenen çizgi filmlerden çıkıp gelmiş gibiler. Görsel anlamda aynı ipe dizili olsalar da üç öykünün birbirlerinden farklı karakteristikler gösterdiği kesin. İlkinde, insan karakterler oyuncak, daha doğrusu içi saman dolu bebek hissi veriyorlar. Özellikle yakın çekimlerde kumaşın dokusunu, sökülmüş iplikleri hissediyoruz. Aslına bakarsanız filmdeki tüm insan ve hayvan karakterler Mabel’in maket oyun evi ve onun içindeki bebekleri, oyuncakları hatırlatıyorlar. Öte yandan, ne kadar insan biçimli olursa olsunlar filmdeki fare ve kedilerin yüz ifadelerinde insan mimikleri olmadığını belirtmem gerek. Filmdeki hayvanların görsel olarak Wes Anderson’un ‘Fantastic Mr. Fox’ (2009) filmindeki karakterleri akla getirdikleri söylenebilir.

        Tür olarak baktığımızda, ilk öykü gizemli korku – gerilim… İkincisinde gerilim ağır basıyor ama kürklü hamam böcekleri üzerinden korku ve komedi unsurlarına yer veriliyor. Üçüncüsünün ise açıkçası korku gerilimle pek ilgisi yok.

        Öyküleri stop-motion görsel doku birleştiriyor. Ama üçü de farklı renk paletlerine sahip. En karanlık olanı ilk öykü. İç mekândaki gaz lambaları ve şömineden yükselen sıcak sarı, tekinsiz ev fikrini güçlendiriyor. İkinci öyküde ev, şehrin içindeki bir sokakta çıkıyor karşımıza. Ev yine gerçekçi şekilde betimlenirken daha soğuk renkler kullanılıyor. Evin yükselen suların arasında adeta bir ada gibi kaldığı son öykü, distopya ya da kıyamet filmi havası taşıyor; ama görsel atmosfer açısından filmin en aydınlık ve ferah bölümü. Son bölüme vanilya renkli huzur verici bir gökyüzü, durgun sular ve sis hâkim.

        Filmde karanlıktan aydınlığa, kötülükten iyiliğe, kaygıdan umuda doğru bir gidiş var. Karanlık ama iç karartıcı bir film değil. Bütün olarak baktığımda, Enda Walsh’un, film boyunca ilk öyküdeki Mabel’ın hayal dünyasında geçen naif, çocuksu bir dünya kurduğunu düşünüyorum. Kaldı ki, filmin geçtiği ev ile Mabel’in oyuncak evi arasındaki benzerlik dikkat çekici. Fare ve kediyi de Mabel’ın alternatif kişilikleri olarak yorumlayabiliriz. İlk bölümde ‘yuva’sını kaybeden Mabel ile son bölümde evi ‘yuva’ya çevirmek isteyen ama bunu nasıl yapacağını bilmeyen Rosa arasındaki bağı kurduğumuzda ve onların arasına ‘kayıp ruh’ fareyi koyduğumuzda hikâye tematik bütünlük kazanıyor aslında.

        Tüm bu çözümleme çabalarını boş verip, ‘The House’un sakin, telaşsız ritmine kapılıp gitmek ve farklı bir seyir deneyimi yaşamak mümkün. Ana akım sinema dışında, yeni ve orijinal denemelere açık, stop-motion seven tüm sinefillere öneririm.

        7/10

        Diğer Yazılar