Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        2022’nin en iddialı ve yüksek bütçeli dizilerinden ‘Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri’nin (The Lord of the Rings: The Rings of Power) ilk iki epizodu, 2 Eylül’de Prime Video’da seyircilerle buluştu.

        2017’de ilk açıklandığından beri merakla beklediğim bir projeydi. Amazon’un sadece dizi hakları için 250 milyon dolar ödemesinin bile çok konuşulduğunu hatırlıyorum.

        Süreç geliştikçe, ‘Yüzüklerin Efendisi’ ve ‘Hobbit’ üçlemelerinin dizi versiyonunun yapılmayacağını, aynı dünya içinde yeni öyküler hedeflendiğini öğrendiğimde merakım daha da artmıştı. ‘Yeni öykü’ ifadesi açıkçası biraz kafa karıştırıcıydı. Ama projeyle ilgili detaylar geldikçe, bizi nasıl ‘bir şey’in beklediği netleşmeye başladı. J.R.R. Tolkien’in Orta Dünya’da geçen tüm eserlerinin değil, sadece ‘Yüzüklerin Efendisi’ ile ‘Hobbit’in ve bu iki romana bağlı olarak yazılan ek metinlerin dizi hakları satın alınmıştı. Yapılan anlaşmaya göre, yazılacak her yeni hikâye, bu iki romanda anlatılan Orta Dünya tarihinin dışına kesinlikle çıkmayacak ve Tolkien’in yazdıklarıyla hiçbir şekilde ters düşmeyecekti. Ayrıca Tolkien’in Orta Dünya’da geçen diğer eserlerinden de yararlanılmayacaktı.

        REKLAM

        Üç ciltlik ‘Yüzüklerin Efendisi’nin Orta Dünya’nın uzak geçmişine ve farklı çağlarına doğru nasıl açıldığını bilenler için bunlar açıkçası çok önemli sınırlamalar değildi. Kaldı ki, Tolkien’in belirlediği ‘tarihsel akış çerçevesi’ içinde, yeni hikâyeler bulmak ve detayları şekillendirmek konusunda yazarların sanatsal anlamda özgürlüğü olacaktı. Dolayısıyla, Tolkien’in sadık okurları, sınırlamalar olsa da o sınırlar içinde yapılabilecek çok şey olduğunu biliyorlardı. Asıl belirleyici olan, niyetti. Hiç kuşkusuz, olayların geçeceği çağ, karakterler ve hikâyenin gideceği yön de önemliydi. Sözgelimi, ilk gelen haberler, Aragorn, Gimli ve Gandalf gibi karakterlerin geçmiş hikâyeleri üzerine bazı fikirler geliştirildiğiydi. Çok değil birkaç yıl öncesine kadar üçlemelerin yönetmeni Peter Jackson’ın da adı geçiyordu. Ama 2018 yazında çalışmalara dahil olan J. D. Payne ve Patrick McKay ikilisinin dümene geçmesiyle ‘son tablo’ ortaya çıktı. J. D. Payne ve Patrick McKay’in geçmişinde, jeneriğe isimlerinin dahi yazılmadığı ‘Star Trek Beyond’ (2016) dışında referans kabul edilebilecek başka hiçbir iş yok aslında. Amazon yöneticilerini, kariyerlerinden ziyade konsept ve fikirleriyle etkiledikleri çok belli.

        Dizinin ilk iki epizodunu seyrettiğinizde, Payne ve McKay’in öncelikli amacının belirlenen sınırlar içinde sıfırdan yeni bir öykü kurmak değil, tam tersine Tolkien’in romanlarında sözünü ettiği geçmiş hikâyeleri geliştirip, derinleştirmek olduğunu görüyoruz. Olaylar, ‘Yüzüklerin Efendisi’ ve onun ‘prequel’i olarak çekilen ‘Hobbit’ filmlerinden yüzlerce yıl öncesinde, Orta Dünya’nın İkinci Çağı’nda geçiyor. Aslında her şey ‘Yüzüklerin Efendisi’nin prolog bölümünde anlatılan hikâyeyle ilgili. Galadriel, Peter Jackson’ın yönettiği ilk filmin ilk sahnesinde Güç Yüzükleri’nin yapılışını ve sonrasındaki yıllarda çıkan büyük savaşı anlatır. Dolayısıyla, Payne ve McKay’in yaklaşık 5 dakikada özetlenen Orta Dünya tarihi üzerinden 5 sezonluk bir diziye yelken açtıkları söylenebilir. Tam da burada, öykünün Tolkien’e sadık olmayan tek yanının, yüzlerce yıl içinde olup biten olayları çok daha kısa bir süreye sığdırması olduğunu belirtelim.

        İlk iki bölümde senaryonun, daha önceki altı filmden alışkın olduğumuz öykü rotasına uygun olarak kurulduğunu görüyoruz. Söz konusu, ‘rota’yı kendi adıma şöyle özetleyebilirim: Bütün Orta Dünya halklarının, yaşam alanlarını tehdit eden kötülüğe karşı bir araya gelmeleri gerekir. Ama geçmişte yaşanan savaşlar, sorunlar ve halklar arasında bitmeyen gerginlikler nedeniyle ittifak kurmaları kolay değildir. Biz de bu süreçte, kötülüğe karşı harekete geçen karakterlerin hikâyelerini izleriz.

        REKLAM

        ‘Star Wars’ üçlemelerinde de gördüğümüz gibi yapımcılar, daha önce tutmuş formüllerden sapmak istemezler. Çünkü seyircilerin sevdikleri filmler konusunda muhafazakâr olduğunu bilirler. Burada da benzer bir yaklaşım var.

        Ayrıca prodüksiyon tasarımı, görsel atmosfer ve imgeler açısından baktığımızda da Peter Jackson’ın filmlerindeki Orta Dünya imgelerine çok açık bir bağlılık olduğunu görüyoruz. Dizinin müziklerine imza atan Bear McCreary’nin de sinema filmlerinin müziğini yapan Howard Shore’un temalarından yararlandığını belirtelim. Belli ki hedef Tolkien’in eserlerine yeni bir yorum getirmekten ziyade ‘aynı dünya’nın içinden gelen yeni bir hikâye anlatmak.

        Ama yeniliğin de bazı sınırları var. Sözgelimi, ‘Yüzüklerin Efendisi’ ve ‘Hobbit’; Elfler, insanlar ve cücelerin varlığına karşın temelde Hobbit halkıyla ilgili romanlardır. Herkesten uzakta kendi dünyalarında yaşayan Hobbit’lerin olmadığı bir Orta Dünya tasavvur etmek kolay değildir. Payne ve McKay de bunu çok iyi bildikleri için Hobbitlerin henüz ortaya çıkmadığı İkinci Çağ’da bizi onların ataları Kılayaklarla (Harfoots) tanıştırıyorlar. Daha ilk sahneden onların Hobbit’lerin ataları olduğunu anlıyoruz. Çünkü bölgeyi gezen iki avcıdan inanılmaz derecede iyi saklandıklarına tanık oluyoruz. Malum, Tolkien romanlarında onların saklanma ve ortadan kaybolma becerilerinin altını özellikle çizer. Bu, Hobbit’lerin hayatta kalma becerileriyle ilgilidir… Yeni dizide Kılayakların Orta Dünya’nın diğer sakinlerinden uzakta, henüz yerleşik bir hayat kuramadıklarını görüyoruz.

        Dizinin genel seviyesi üzerine, iki epizot üzerinden karar vermek kuşkusuz imkânsız. Senaryo formatı ve görsel atmosfer konusunda önceki üçlemelerle kurulan güçlü akrabalık bağının, temalar ve alt metinler konusunda sürüp sürmeyeceği de belirsiz. Ama hikâye ve karakterlerin şimdilik umut verdiğini söyleyebilirim. Bir aksiyon kahramanı olan Galadriel (Morfydd Clark), inatçı ve bağımsız kişiliğiyle diziyi sürükleyebilecek bir ana karakter. Elrond (Robert Aramayo) ile birlikte önceki sinema üçlemeleriyle dizi arasındaki sürekliliği de sağlıyor. Elf gelenek ve göreneklerini çok umursamayan, ‘yüreğinin götürdüğü yere gitmeye’ kararlı Arondir (Ismael Cruz Cordova) için de aynısını söyleyebilirim. Şifacı yalnız anne Bronwyn’i (Nazanin Boniadi) unutmayalım. Elf kralının Güç Yüzükleri projesinde görevlendirdiği Elrond’u dışarda tutarsak tüm bu karakterlerin doğru bildikleri uğruna ‘sürüden ayrılmayı’ göze alabileceklerini anlıyoruz. İlk üçlemedeki Frodo ve Bilbo’nun yerini alan Nori (Markella Kavenagh) için de aynısı geçerli. O da sürekli saklanarak, gizlenerek hayatta kalmaya çalışan; bireyciliğe tahammülü olmayan, merak ve keşif duygusundan hoşlanmayan halkının içinde ayrı bir yerde duruyor.

        REKLAM

        Dizinin şimdilik en sağlam yanı, Orta Dünya’yı sevenleri hayal kırıklığına uğratmayacak bir karakter zenginliği vadetmesi, özlediğimiz görsel atmosferi kurabilmesi. ‘Yüzüklerin Efendisi’nde harabe olarak karşımıza çıkan cüceler kenti Khazad-dûm ve Elf’lerin başkenti Lindon gibi mekânları görmenin de kuşkusuz ayrı bir keyfi var.

        ‘Güç Yüzükleri’nin, her şeyden önce bir 21. Yüzyıl dizisi olduğunu akıldan çıkarmamak gerek… Burada sadece ırk ve etnik kökenler bir yana bırakılarak yapılan casting çalışmasından ve kadın karakterlerin öne çıkmasından söz etmiyorum. Nerede ve hangi çağda geçerse geçsin, dizinin sonuçta içinde yaşadığımız dünyanın ve bugünün sorunlarını yansıtacağını düşünüyorum. Kaldı ki, ilk iki bölüm itibarıyla yazarların diziyi siyasi doğruculuğu temel alan, çok kültürlülüğü savunan, ırkçılık ve ayrımcılık karşıtı bir zemine oturtmak istedikleri açık. Umarım, bu rotayı kaybetmezler ama başarılı olabilmeleri için garantili formüllerin dışına çıkmaları, risk almaları da gerekir. Çünkü siyasi doğruculuğa bağlı bir formül dizisi kimsenin çok hoşuna gitmez.

        İlk iki bölüm itibarıyla risk almaktan korkmadıklarını, kendi kanatlarıyla uçmaya niyetlendiklerini söyleyebilirim. LucasFilm yöneticileri, ilk üçleme dışında hiçbir şeyi beğenmeyen, her yeni Star Wars filmini küçümseyen fanatik Star Wars hayranlarını mutlu etmeye çalışsalardı, bir adım dahi yol alamazlar; ilk üçlemenin büyüsünün ne olduğu sorusunda sıkışıp kalırlardı. Amazon’un da yaşı 40’ın üstündeki Tolkien hayranlarını değil, günümüzün genç seyircilerini ve ‘Game of Thrones’ sevenleri referans aldığına eminim. O yüzden, dizinin hem ‘Tolkien’in edebi ruhu’nu hem günümüz seyircisini aynı anda yakalaması, bana pek kolay gelmiyor. ‘Yüzüklerin Efendisi’ni yazarken Tolkien’in aklında savaşları, kıyımları, endüstriyel toplumları, faşizmi ve tartışmalı demokrasisiyle 20. Yüzyıl Avrupa tarihi vardı. Orta Dünya’nın İkinci Çağı ise onun için belki 19. Yüzyıl, belki daha öncesinin Avrupa tarihiydi. İyi bir Tolkien okuru olarak Peter Jackson, üçlemelerde tüm bu alt metinlere ve referanslara sonuna kadar sadık kalmayı tercih etti; yorum getirme derdini bırakıp sadece hikâye anlatımına odaklandı.

        McKay ve Payne’in işi ise açıkçası çok daha zor. Tolkien’in kurduğu dünya içinde 21. Yüzyıl’ı yakalamak zorundalar. Üstelik Tolkien gibi Avrupa tarihiyle sınırlı kalmaları mümkün değil. Herkesi ilgilendiren daha küresel bir öykü anlatmaları gerekiyor. İlk iki epizot itibarıyla, niyetlerinin bu olduğu hissediliyor.

        Jackson’ın yönettiği serinin ilk filmi ‘Yüzük Kardeşliği’, çerçevesini bilge Gandalf’ın çizdiği bir misyon uğruna risk alan karakterlerin bir araya gelişini anlatır. Dizinin ilk iki bölümünde ise gençlerin önüne yol haritası çıkaran bir bilge yok. Sadece her tür riski almaya hazır, gözüpek ve çok cesur genç karakterler var. Orijinal esere oranla kahramanlık ve cesaretin öne çıkarılması açıkçası biraz endişe verici. Çünkü Tolkien, bildiğimiz anlamda klasik kahramanlık anlatısından özellikle uzak durur.

        Öte yandan, dizideki karakterlerin ilgiye değer olmadıklarını söyleyemem. Galadriel’in sezgileri uğruna ışıklar içindeki Elf Cenneti’ni reddetmesi, Arondir’in yurduna dönme şansını boş verip Bronwyn’in kapısını çalması ve dünyayı tanımak için her tür sınırı zorlamaya hazır genç Nori, dizinin geleceği adına şimdilik umut veriyorlar.

        ‘Yetimhane’ (El orfanato - 2007), ‘Kıyamet Günü’ (The Impossible - 2012) ve ‘Jurassic World Fallen Kingdom’ (2018) ile hatırladığımız İspanyol yönetmen J. A. Bayona, fantezi türünün hakkını veren, özel efektlerin ağırlıkta olduğu iki epizoda imza atıyor; dizinin görsel dünyasını kurarak diğer yönetmenlere bir yol haritası sunuyor. Bayona, önceki 6 film gibi Yeni Zelanda’da çekilen dizide Peter Jackson’ın imgelerine sadık kalmasını biliyor, aksiyon – gerilim sahnelerinin öne çıktığı bir film koyuyor ortaya. Farklı karakterlerin başlarına gelen olayları sık sık hızlı tempolu bir paralel kurguya başvurarak anlatması, çağdaş aksiyon sinemasını model aldığının açık bir göstergesi.

        Prodüksiyon kalitesi olarak büyük bütçeli gösterişli bir Hollywood yaz filminden pek farkı olmayan dizi, çevrimiçi servislerin abone sayısı için kıyasıya rekabet ettiği bir dönemin simgelerinden biri olmaya aday. Beğenirsiniz beğenmezsiniz o ayrı bir konu. Ama bir sezonu 100-150 milyon dolara mal olduğu söylenen ‘Yüzüklerin Efendisi: Güç Yüzükleri’nin bu rekabet döneminde karşımıza gelen müstesna bir güç gösterisi olduğunu inkâr etmek gerçekten zor.

        Diğer Yazılar