Habertürk
    Takipde Kalın!
      Günlük gelişmeleri takip edebilmek için habertürk uygulamasını indirin
        Sesli Dinle
        0:00 / 0:00

        Erich Maria Remarque’ın 1928’de yayımlanan aynı adlı romanından uyarlanan Hollywood yapımı ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’ (All Quiet on the Western Front - 1930), sinema tarihinin en iyi savaş filmlerinden biridir. İki büyük dünya savaşı arasında çekilen film, savaş karşıtı içeriğiyle Avrupa’daki faşist diktatörlerin tepkisini çeker; Almanya ve İtalya’da yıllarca yasaklı kalır. 1930 yılının en iyi film ve yönetmen Oscar’larını kazanır. Çekildiği dönem için yenilikçi ve öncüdür. Milliyetçi hamaset ile savaşın kıyıcılığını karşı karşıya getirmesindeki cesareti bir yana, cephedeki çatışmalarda yaşananları gerçekçi tarzla anlatmasıyla öne çıkar. Lewis Milestone, savaş sahnesindeki düzenlemeleri ve anlatımıyla daha sonra birçok yönetmene ilham veren bir iş koyar ortaya.

        9 dalda Oscar adayı olan ve BAFTA’da en iyi film dahil 7 ödül birden kazanan Almanya yapımı ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’un (Im Westen nichts Neues) ilk uyarlamaya göre en büyük avantajı, hiç kuşkusuz ‘hikâyenin evine dönmesi’… Diğer bir deyişle, Alman ordusundaki bir grup askerin öyküsünün, Alman oyuncularla Almanca olarak çekilmesi…

        REKLAM

        BAFTA’da en iyi yönetmen ödülünü kazanan Edward Berger, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın ‘Batı Cephesi’ olarak adlandırdığı bölgede Fransız ordusuyla gerçekleşen siper savaşlarını, ilk filme oranla hayli gelişmiş bir sinema teknolojisiyle yeniden canlandırıyor. Film, her şeyiyle tipik bir 21. Yüzyıl sineması örneği… Bir çeşit ‘hiper gerçekçilik’ hedeflendiği kesin. Berger, olay yerinde askerlerin hemen yanında olma duygusunu yansıtan hareketli takip kamerasını ve yer yer uzun çekimleri tercih ediyor. Bazı sahnelerdeki kamera kullanımı, genç askerlerin gözünden yine bir Birinci Dünya Savaşı öyküsü anlatan, Sam Mendes’in ‘1917’ (2019) filmini hatırlatıyor. Ama Berger’in üslup ve anlatım olarak çok farklı bir filme imza attığını söylemek gerek. Uzun çekimler ve oyuncuların bakış açısını takip eden öznel kamera kadar, resimsel yönü güçlü genel planlar ile havadan yapılan drone çekimleri de var filmde. Christian M. Goldbeck ve Ernestine Hipper imzalı prodüksiyon tasarımı ile James Friend’in görüntü yönetimi de hayli başarılı. Filmin her iki dalda Oscar adayı olduğunu hatırlatalım. Volker Bertelmann’ın müziklerinin de ilk anlardan itibaren dikkat çekici olduğunu düşünüyorum. Varlığını hemen belli eden, tarz olarak bazen sahneden sahneye farklılık gösteren, savaşın dehşetinin altını çizen ve karakterlerin trajik çaresizliğine vurgu yapan bir müzik çalışması bu…

        İlk film, bugün kendi döneminin en kanlı ve şiddetli örneklerinden biri olarak kabul edilir. 1934 yılında devreye girecek Production Code adı verilen otosansür döneminden önceki cesur filmlerden biridir.

        2022 yapımı filmde ise Edward Berger, daha ileriye gidiyor. Bakmakta zorlanabileceğiniz hayli kanlı sahneler çekmekten ve savaşta yaşanan şiddeti göstermekten çekinmiyor. Özellikle, Alman ve Fransız askerleri kesici aletlerle yakın dövüşlerde gösteren sahneler çok rahatsız edici. Bugün AB sınırları içinde birlikte yaşayan bu iki ülkenin genç erkeklerinin savaşın genel gidişatı açısından fazla önem taşımayan gereksiz çatışmalarda birbirlerine böyle saldırmış olmaları ve bu duruma düşürülmeleri, gerçekten ibret verici. Hatta filmin bu ibret duygusu için çekildiğini dahi düşünüyorsunuz. Paul Bäumer’in (Felix Kammerer) savaş meydanının orta yerindeki bir çukurda bıçakladığı Fransız askeriyle geçirdiği anlar, savaşın kıyıcılığını ve insanlık dışı yanını etkili şekilde yansıtıyor. Genç Paul’ün korku, panik ve çaresizlik içinde delice bir cesaretle nerdeyse canavara dönüştüğü sahneyi de not etmek gerek.

        Senaryosunu Edward Berger, Ian Stokell ve Lesley Paterson’un yazdığı filmin, alışageldik anlamda bir yeniden çevrim (remake) olmadığını söylemekte yarar var. İki filmi peş peşe seyrettiğinizde benzer sahnelerin çok az olduğunu görüyorsunuz. Sadece üslup ve biçim açısından değil, hikâye örgüsüyle de çok farklı bir film duruyor karşımızda. Savaş karşıtlığı hiç kuşkusuz iki filmi birleştiriyor ama Berger’in karakterleri ve hikâyeyi ele alış biçimi, baştan sona yeni bir yaklaşımın sonucu…

        Sözgelimi açılış sahnesi… İlk film, öğretmenin gencecik lise öğrencilerinin orduya gönüllü yazılmaları için yaptığı hamaset dolu motivasyon konuşmasıyla başlar. Burada ise film cephedeki taarruz sahnesiyle açılıyor. Önce cesetlerin konulduğu tabutları, sonra da ölen genç askerlerden birinin paltosunu takip ediyoruz. Çamaşırhanede yıkanıp temizlenen ve savaşa yeni katılacak askerlere verilmek üzere dikimevinde elden geçirilen paltonun yolculuğu, çarpıcı bir sekansa vesile oluyor. Tıpkı ilk filmin ortalarında, ölen askerler arasında değiş tokuş edilen çizme sahnesi gibi…

        Berger birçok sahnede savaşı tankların meydana getirdiği sarsıntı, kaçan fareler veya ölülerden toplanan künyeler gibi detaylar üzerinden anlatıyor. Genç askerlerin ellerinden kaçıp giden hayatı ise Fransız bir kadından alınan ve elden ele geçen bir fularla… Çamur da film boyunca savaşın simgelerinden biri olarak çıkıyor karşımıza. Çamurdan, pislikten ve açlıktan bir türlü kurtulamıyorlar. Film ilerledikçe, hayatının baharında peş peşe can veren o gençler, gerçekten acı veriyor insana. En acı verici olan yanı ise yaptıkları siper muharebelerinin pek bir anlamı olmaması… Her iki tarafın da kayda değer bir ilerleme kaydetmeden sürekli kayıp vermesi…

        Almanya yapımı filmin 1930 ABD versiyonuna göre en farklı yanı, ateşkes görüşmeleri üzerinden işin içine politikacıları, genelkurmayı ve generalleri katması… Daniel Brühl, tek bir askerin daha ölmemesi için çaba gösteren, o dönemin Alman hükümetinin Dışişleri Bakanı Matthias Erzberger’i canlandırıyor filmde. Ama ateşkes görüşmelerinde Fransız General Ferdinand Foch’un (Thibault de Montalembert) kibri, uzlaşmaya kapalı ve sert tavrı, Avrupa’yı adım adım 2. Dünya Savaşı felaketine sürükleyen Versailles Anlaşması’nın ruhunu özetler nitelikte… Barış isteyen sosyal demokratlardan nefret eden, tüm askerleri feda edilecek piyonlar olarak gören ve Nazizmi doğuran ruhu simgeleyen bir Alman general de var filmde. Birçok Alman ve Fransız askerinin ölümüne neden olan ve oturduğu yerden strateji dahi yapmadan sadece taarruz emri veren, kurmaca karakter General Friedrich (Devid Striesow) asap bozucu tipik bir antagonist… Bana sorarsanız, seyircinin bütün öfkesini üstünde toplaması itibarıyla klişe bir karakter ve filmin dramatik değerini düşürüyor.

        Oysa ilk filmde iyiler ve kötüler yoktur. Ateşkes görüşmeleri, generaller ve politikacılar tümüyle filmin dışında tutulur. Sadece savaş vardır. Çünkü cephedeki askerler için tek gerçeklik, savaşın kendisidir. Film de o gerçekliğin sınırları içinde kalır. Kendi adıma ilk filmin yaklaşımını daha iyi bulduğumu söyleyebilirim.

        Berger’in ilk filmden ve romandan uzaklaştığı başka noktaları da çok beğenmedim. Sözgelimi, tecrübeli asker Stanislaus Katczinsky, yani kısaca Kat’in (Albrecht Schuch) ilk filmde geçmiş öyküsü yoktur. İlk anlardan itibaren gençlerin sevdiği biridir. Cephenin gülen yüzüdür, eğlenceli biridir. Burada ise geçmiş öyküsüyle hüzünlü ve acı dolu bir Kat çıkıyor karşımıza...

        Finalde Kat ve Paul’ün karınlarını doyurmak için ateşkese saatler kala gereksiz yere riske girmesini hiç inandırıcı bulmadığımı söylemeliyim. Böylesi gerçekçi bir filmde etkili bir finale ulaşmak için böyle bir sahneye ihtiyaç olduğunu hiç sanmıyorum. Kat’in peşine düşen öfkeli ve eli silahlı Fransız çocuk karakteri de bana zorlama geldi. Oysa romana sadık kalan 1930 yapımı ilk filmin final bölümü, çok daha inandırıcı ve gerçekçi. Final sahnesinde daha duygusal ve trajik olmaya çalışan Berger’in, ilk filmin abartısız, sade ve gerçekçi tarzını özlettiğini düşünüyorum.

        Buna karşın oyunculuğun ikinci filmin üstün yanlarından biri olduğunu söyleyebilirim. Günümüz sinemasının özelliklerini taşıyan, daha doğal ve duyguları daha yoğun ifade eden bir oyunculuk bekliyor bizi. Başrollerdeki iki oyuncu Felix Kammerer ve Albrecht Schuch, üstlerine düşen fazlasıyla yapıyor; seyircileri duygusal olarak yakalamasını biliyorlar.

        İlk film gibi bir başyapıt olmasa da ‘Batı Cephesinde Yeni Bir Şey Yok’un seyre değer, önemli bir yapıt olduğunu düşünüyorum. Bu arada, BAFTA’da aldığı önemli ödüller, Oscar şansının tahmin edilenden daha yüksek olduğunu gösteriyor. (Netflix)

        7/10

        Diğer Yazılar